30 Aralık 2023 Cumartesi

ATATÜRK

 Galatasaray ve Fenerbahçe. Asırlık çınarlar. Biri olmadan diğeri olamaz. Ezeli rekabetin ebedi dostluğun sembolü. Onlar sadece futbol oynayan spor kulüpleri değil. Onlar Cumhuriyetimizin kuruluşuna tanıklık etmiş, futbolcuları sahada sadece formaları için savaşmamış birinci cihan harbinde, Çanakkalede vatan sana canım feda diyerek asker olmuş, cephede savaşmış ve şehit düşmüş vatan evlatları. Evet Bu güzide iki kulübümüz vatan için futbolcularından vatan için şehit vermiştir. Şehit olan futbolcular, Galatasaray’dan Celal İbrahim, İdris Neşet, Hasnun Galip beyler; Fenerbahçe’den ise Sadık, Nureddin, Haldun, Halim, Kemal, Sabri ve Münir beyler. Galatasaray'ın kuruluş amacını Ali Sami Yen şöyle açıklamıştır: Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek. Bu felsefeyle Galatasaray 2000 yılında Avrupa şampiyonu olmuştur. Bu felsefe sadece bir takıma ait bir şey değildir. Fenerbahçe Basketbol takımı 2017 de Avrupa şampiyonu olmuştur. AB'ye ne zaman gireriz bizi ne zaman Avrupa Birliğine alırlar diye tartışa duralım bu güzide iki kulübümüz Avrupaya giren ilk kurumumuz olmuştur. 2013 Gezi parkı direnişini hatırlıyorum. Taksim meydanını on binlerce Galatadaray, Fenerbahçe ve Beşiktaşlı taraftar doldurmuştu. Yarın ülkemiz bir savaş tehditiyle karşılaşsa buna ilk reaksiyon verecek kurumlar milyonlarca taraftarıyla bu güzide kulüplerimiz olacaktır. Fenerbahçe öyle büyükki FETÖ 3 Temmuzda kumpas kurdu kulübü ele geçirmeye çalıştı. Fenerbahçe, Galatasaray sadece spor kulübü değildir. Onlar kuvayı milliyedir. Onlar yurtta sulh cihanda sulhdür. Onlar Mustafa Kemal'in askerleridir. Onlar Türkiye Cumhuriyeti'nin sigortasıdır. Dün akşam içlerinden son peygamber çıkmış ama dini imanı para olmuş çöl bedevilerine vurduğunuz şamardan ötürü ve tüm dünyaya Atatürk kırmızı çizgimizdiri gösterdiğiniz için teşekkürler.


29 Aralık 2023 Cuma

Ceviz

 Kriz çincede iki harftir. Birincisi tehlike ikincisi fırsat anlamına gelir. Hayatta kalabilmek için beslenmek zorundayız. Sadece yemekten bahsetmiyorum. Duygusal olarak beslenmeliyiz ( Sevgi ve ilgi görmeliyiz ) entellektüel olarak beslenmeliyiz, iyi duygularla huzurla beslenmeliyiz. Lakin hayat soframıza her zaman musakka, pilav ( en sevdiğim yemekler olduğu için bunları yazdım ) koymaz. Bazen önümüze ceviz koyar. Biz onun ceviz olduğunu bilmeyiz, dişleriz ve kabuğu dişimizi acıtır yiyemeyiz. Talihimize küseriz ve kader bana vere vere bu sert kabuklu yuvarlak nesneyi verdi deriz. Biz onun ceviz olduğunun farkında değilizdir. Yada korkarız, problemlerle karşılaşırız. Önümüze konan o cevizden korkarız. Çünkü biz onun ceviz olduğunun farkında değilizdir. O cevizi bir engel bir problem olarak tanımlarız. Halbuki biraz akıl yürütsek, önümüze konan o engeli tanımaya çalışsak onun bir ceviz olduğunu ve kabuğunu kırıp içindeki leziz şeyi yiyebileceğimizi anlasak hayatta karşımıza çıkan sorun gibi görülen şeyleri çözüme kavuşturabileceğimizi ve onu kendi faydamıza çevirebileceğimizin farkına varırız. Başta dedim ya Çincede kriz tehlike ve fırsat anlamına gelir diye. Hayatta karşımıza çıkan krizleri bir ceviz gibi algılarsak ve kabuğunu kırarsak o krizi yenip hatta ondan beslenebiliriz bile. Hepinize cevizlerin farkında olduğunuz bir 2024 dilerim. Sevgiler...

28 Aralık 2023 Perşembe

Bi kese altın

 Nasreddin hocayı vaaz vermesi için bir köye davet ederler. Nasreddin hoca köye gider. Halkı hocayı karşılar, hal hatır sorar. Vaaz saati yaklaşır. Nasreddin hoca köylülere " Vaaz vermemi istiyorsanız bana bi kese altın verin. Yoksa vaaz vermem " der. Köylüler çaresiz aralarında altın toplarlar ve hocaya bi kese altını verirler. Cuma vakti gelir, Nasreddin hoca camide vaazını verir. Vaazdan sonra bi kese altını köylülere geri verir. Köylüler şaşırır. Sorarlar: " Hocam madem geri verecektin başta bi kese altını bizden niye aldın? " Nasreddin hoca gülümser. " İki sebebi var. Birincisi siz para ödediniz diye vaazı çok güzel dinlediniz. İkincisi, insanın cebinde para olunca ne konuşuyor be! "Toplum olarak bir eksiğimizi gidermek istiyorsak, gelişmek istiyorsak, değişmek istiyorsak illa bişeyi parasıyla yapılması gerektiğine inanmışız. Zayıflamak istiyorsan diyetisyene ve bir hafta gidip bırakacağın lüks spor salonuna milyarlarca lira ver. İlişkini kurtarmak istiyorsan terapiste bi ton para dök, iç huzuru bulmak istiyorsan bi bavul para ver ve binlerce kilometre ötede bilmediğin bir memlekette meditasyon yap vesayire vesaire... Nasreddin hocanın fıkrasında olduğu gibi biz cebimizden para çıkınca bir işi ciddiye alıyoruz. Halbuki her sabah bir saat yürüyüşle ve abur cubura dikkat ederek zayıflayabilirsin. Terapiste vereceğin paranın yüzde hatta binde birine doğru bir kişisel gelişim kitabıyla sorunlarını aşabilirsin. Yada yakın bir arkadaşına içini dökerek. İç huzur bulmak istiyorsan Hindistana gidip garip tütsüler içinde meditasyon yapmak yerine günde beş vakit namaz kıl, o anlarda hem düşüncelerinden arın hem yaradanın huzurunda ol, hem Rabbinin emrini yerine getirip ona saygını göster. Ben bunu uyguluyorum ve inanın bundan büyük meditasyon, arınma yok. Size de tavsiye ederim. Konserlere gidemiyirum diyorsan aç you toube'u Pink Floyd'un 1991 yılı Londra konserini dinle. Para mutluluk değildir sevgili okur. Bedavaya yapabileceğimiz sayısız eğlence ve fayda var. Hadi durma. Sende 2024 de bunları keşfet!

27 Aralık 2023 Çarşamba

Limitsiz Sevgi

 Hiper enflasyonun yaşandığı, zamların her gün dan dan diye kapımızın çaldığı, kuşa dönen maaşların çaydaki şeker gibi bir kaç saniyede eridiği zor bir dönemden geçiyoruz. Hayat pahalı. Paramızı harcamaya çekiniyoruz. İş, işe gitmek için yolda geçirdiğimiz süre... Zamanımızı harcamaktan da çekiniyoruz. Hayat bizi sirkteki bir hayvan gibi terbiye ediyor. " Aman ha tutumlu ol " diyor. " Sakın ha harcama " diyor. Cimrileşiyoruz. Farkında olmadan Kemal Sunal'ın Varyemez'ine dönüşüyoruz. Şimdi bana " Tutumlu olmanın nesi kötü? " dediğinizi duyar gibiyim. Evet pahalılık, vakit darlığı bizi para harcama ve zaman ayırma konusunda tutumluluğa zorluyor. Ama bahsettiğim sirkteki kırbaçlı aslan terbiyecisi bizi farkında olmadan değiştiriyor. Para harcamamayı anlarım. Bin bir emekle kazanılıyor. Zamandan tasarrufu anlarım. Hızlı bir dünyada yaşıyoruz ve zaman öyle hızlı geçiyor ki bi bakmışız akşam oluyor. Ama sevgiden tasarrufu anlamam. Benim meşhur bir sözüm vardır. "Aşk din, mutluluk ibadet, sevgi ise Tanrıdır." diye. Tanrı sonsuzdur. O halde sevgi de sonsuzdur. Sevelim her sabah işe giderken selamlaştığımız simitçiyi. Sevelim birlikte mesai verdiğimiz iş arkadaşımızı. Sevelim anneyi, babayı, kardeşi, eşi... Sevelim sokaktaki kediyi... ve her şeyden önce kendimizi... Harcarken arttırabileceğimiz tek şey sevgidir. Sevdikçe kalbimizdeki sevgi artar. Yargılamadan, sorgulamadan sevelim. Paranı harcamaktan korkabilirsin sevgili okur. Ama sevgini harcamaktan asla korkma. Kalbini limitsiz bir kredi kartı gibi düşünebilirsin. Ama ay sonunda ekstresini Tanrı ödüyor.

26 Aralık 2023 Salı

Beyoğlu

 Aralık'ın son haftası. Deniz kıyısındayım. Biraz kendimi şaşırmışım. Hava kendini şaşırmış, ben şaşırmışım çok mu? Yazdan kalma bir hava kışı uzaklara kovalamış.Güneşli, ılık ve umut mavisinde bir gökyüzü. Çocuklar parkta. Geçmişin pişmanlığından ve gelecek kaygısından uzak çocuklar. Tek dertleri salıncakta sallanmak. Onlar anın efendisi. Biz büyüklerin yıllar önce kaybettiği şimdinin hakimi. Taksim, Beyoğlu'na gitmeyi uzun süre önce bıraktım. Artık sadece Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanlarını okurken gidiyorum. Bilmediğim bir zamana, bilmediğim insanların arasına. Bilmemek daha iyi galiba. Çok bilmek başa iş açıyor. Mantık algının menzili kadarmış. Bunu öğrendim. Gücü yönetemedim. Gücün esiri oldum. Güç dediğim bilgi. Bilmememek lazım. Sezen'in dediği gibi " Sen sıkı tut sen seni, sen sıkı tut dilini, yoksa öcüler yer seni " Çocuklara şunu söylemek isterdim: Geceleri karanlıkta korktuğun öcü diye bir şey yok aslında. Korkman gereken tek karanlık zihninin karanlığı... Ben zihnimdeki karanlıktan çok çektim. Başkası çekmesin isterim. Ah şu okuduğum ve yazdığım romanlar olmasa. Evet yazdığım. Derdi olan adam yazar. Hayallerimi, kabuslarımı, yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı, trajedilerimi yazıyorum. Yıllar geçtikçe yazdıklarım kule gibi birikiyor odamda. Ama yazdıkça yıllardır belimi büken yüklerden kurtuluyorum. Yazdıkça romanda da olsa yaşayamadığım aşkları yaşıyorum hayalde olsa. Ben bir hacker'ım. Yazarak ruhumu hackliyorum. Kalbime aslında yaşamadığım duyguları sanki yaşanmış gibi kodluyorum. Bende böyle bir çözüm buldum. Dedim ya kendimi şaşırmışım. Aylardan aralık. Güneşli, ılık bir hava. Gökyüzü umut mavisinde. Hava bile şaşırmış kışın ortasında yaz taklidi yapıyor. Çok oldu beyoğluna uğramadım. Okuduğum Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanları dışında.Belki bu pazar uğrarım. Yılbaşında, yeni başlangıçlar için. Mutlu yıllar sevgili okur.

25 Aralık 2023 Pazartesi

İhtilal

 Herkes kendi hikayesinin kahramanı. Başkalarının yönlendirmelerini yaşarsan kendinin değil bir başkasının hayatını yaşarsın. Oysaki sana kendi hikayeni yaşaman için hayatında başrol verildi. İç sesini dinle içinden geldiği gibi yaşa. Bu satırları yazma sebebim arkadaşım Mustafa. Kendisi çocukluk arkadaşım. Otuz yıllık geçmişimiz var. Kendisi müdavimi olduğum kafenin sahibi. Daha doğrusu sahibiydi. Radikal bir karar aldı ve herşeyi geride bırakıp Almanya'ya gidecek. Dilini bilmediği, kimseyi tanımadığı yepyeni bir macera bekliyor onu. Ben onun bu cesaretini takdir ediyorum. İşini gücünü, ailesini, anılarını geride bırakıyor Mustafa. Kuantum evreninde her saniye milyarlarca olasılık beliriyor bizim için. Ama sadece birini yaşıyoruz. Sevdiğim biri " Hayatını kendin eline al. Yoksa başkaları senin yerine alır " demişti. Şu hayatta kendi hikayesinin kahramanı olanlar mutlu oluyor. Ben buna inanıyorum. Kendinize hiç sordunuz mu sevgili okur? Sevdiğim mesleği mi yapıyorum? Yalnızlığımdan yada tersi hayatımı paylaştığım kişiden razı mıyım? Yaşadığım şehirden razı mıyım? Hayatımdan razı mıyım? Hemen cevap vermeyin ve şöyle bir düşünün. İyice düşünün... Acaba bu yaşıma kadar kendi seçtiğim hayatı mı yaşadım? Ben size bir ihtilalden bahsediyorum. Özgürleşmek istiyorsanız devrim kaçınılmazdır. Kendimize vakit ayıramadığımız, küçük mutlulukların, nedensiz kahkahaların bile kaf dağının ardında kaldığı bizi esareti altına alan sözde modern hayatlarımızdan kurtulmaktan ve gerçek özgürlüğe kavuşmaktan bahsediyorum. Bunun için kendi hayatlarımızda devrim yapmalıyız ve kendi hikayemizin kahramanı olmalıyız. Hepinize güzel bir hafta diliyorum sevgili okurlar. Sizi çok seviyorum.

23 Aralık 2023 Cumartesi

Dedikodu

 Dedikodu yapmayı ne kadar çok seviyoruz. Ortamda bulunmayan ve kendini savunma şansı olmayan insanlar hakkında ileri geri konuşuyoruz. Bu olaya üç dört kişilik dost meclisinde yada milyonlarca etkileşim alan sosyal medyada da rastlıyorum. Sosyal medya olunca olay daha bir katmerleniyor dedikodu yayılıyor. Bence bu bir hastalık. Nedeni ise dedikodusunu yaptığımız kişiyi kendimizden daha üstün görmemiz nedeniyle onu kıskanmamız. Ah o kıskançlık yok mu? İnsan ruhunu kirleten, aşağı çeken en sinsi duygu. Dedikodusunu yaptığımız kişiyi kıskandığımızı kendimize bile itiraf edemiyoruz. İnsanoğlu içinde vahşet ve şiddet duygularıyla yaratılmıştır. Bir sokak kedisine, erkeğin sözde sevdiği kadına, altımızda çalışan memurlara yada zalim komutanların savaşta ki esirlere şiddet göstermesi ne kadar kötüyse ortamda bulunmayan bir kişinin dedikodusunu yapmakda şiddetin bir türüdür. İçimizdeki ehlileştiremediğimiz şiddeti dedikodusunu yaptığımız kişiye karşı kusuyoruz. Halbuki hataları örtün, kusurları gizleyin diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Bugün kendinize şu soruyu sorun sevgili okur. Ben dedikodu yapıyor muyum? En son ne zaman yaptım? Cevap büyük oranda evet çıkacaktır. Birine şiddet göstermek günahtır ve dil ile yapılan şiddet en büyük günahlardan biridir. Mesele günahtan da korkmak değil aslında. Bu kötü eylemle insanlığımızdan uzaklaşmak... Siz dedikodu yaptığınızda hedef aldığınız kişiyi aşağı çektiğinizi zannediyorsunuz, ama aslında kendi ruhunuzu kirleterek içinizde sizi çaktırmadan kontrol eden yaratığı besleyip güçlendiriyorsunuz. O yaratık kendi ellerinizle dedikodu yaparak kirlettiğiniz ruhunuzdaki pisliklerle beslenir. O yaratığın sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Size bir önerim var. Dedikodu yapmamaya çalışın. Kırtasiyeye gidin ve siyah renkli sprey bir boya alın. Yaptığınız her dedikodudan sonra o boyayı salonunuzun duvarına sıkın. Dedikoduya devam ederseniz bir süre sonra hergün oturup baktığınız beyaz duvarın siyah boyayla mahvolduğunu göreceksiniz. İşte dedikodu yaparak kendi ruhunuzu da böyle kirletiyorsunuz sevgili dostlar. Boya olayını deneyin. Dedikoduyu bıraktığınız gün lekekenmiş duvarınızı eve bir boyacı çağrıp tekrardan beyaza boyatabilirsiniz. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Tanrıyı unutmayın. Çünkü o sizi unutmuyor.

22 Aralık 2023 Cuma

Güneş Fırtınası

 2024 de dünya elektriksiz ve internetsiz kalabilir. Yurt dışındaki bilim adamlarının söylediği 2024 güneş yüzeyinde şiddetli patlamalar meydana gelmesi bekleniyor. Bu patlamalardan dünyamızda etkilenecek. Elektrik ve internet sistemlerimiz küresel düzeyde aylarca devre dışı kalabilir. Doğa kendine saygısızlık eden insanoğlunu bir kaç yıl önce pandemi ile hizaya soktu, şimdide dijital teknolojiyi işlevsiz kılarak hizaya sokacak. Teknolojiyi bizlere yardımcı olması için geliştirdik. Medyamız, haberleşmemiz, ulaşımımız, finans sistemimiz analog çağdan dijital çağa evrimleşti. Ama bir gün doğal bir afet sonucu elimiz ayağımız olan tüm bu teknolojiden mahrum kalabileceğimizi düşünemedik. İşte 2024 yılında böyle bir tehlike kapıda. Geçenlerde İngiltere başbakan yardımcısı konuya değindi ve " Evlerde mum bulundurmanın, eski usul pilli radyo bulundurmanın iyi olabileceğini" söyledi. Gün içinde telefonunun şarjı bitince krize giren modern insan güneş patlamaları sonucu global düzeyde elektrik ve interbeti kesilirse ne olur? Bu ihtimal beni korkutuyor. Metrolar çalışmayacak ulaşım felç olacak. Telefon ve televizyonlardan mahrum kalacağız ve dünyadan haber alamayacağız. Birbirimizle iletişim kuramayacağız. Bankacılık işlemlerimizi yapamayacağız. Maaşlar ödenemeyecek. Bir süre sonra parasız kalacağız açlık ve kıtlık boy gösterecek. Hırsızlık, yağma ve asayiş sorunları yaşanacak. Dünya bir kaosa sürüklenecek. 2024 deki güneş patlamalarının sonuçlarına bir afet gözüyle bakmalıyız. Acaba devletimiz bu tehlike senaryosunun farkında mı ve gereken tedbirleri alıyor mu?

21 Aralık 2023 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

 Ahmet Hamdi Tanpınar Türk edebiyatının en önemli yazarlarından. Onun kült romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsünü okudum. Tanpınar sıradışı bir metaforu sıradan hayat hikayelerinin arasına ustaca yerleştiriyor. Size herkesin çevresinde tanıyabileceği normal insanların normal hikayeleriyle geliyor. Abdusselam beyin yalnızlıktan korkmasından ötürü konağını ve çevresini kalabalık tutmak istemesi, Nuri efendinin saatlere olan tutkusunu kendine has bir felsefeye dönüştürmesi, kendinin iyi saatte olsunlarla muhatap olduğunu iddia eden esrarkeş Seyit Lutfullah'ın içinde bulunduğu delilik, Hayri Bey'in kendini bulma yolculuğu...

Tanpınar'ın metinlerinde kendine has bir hüzün var. Hikayedeki dramatik unsurlar okura sille vurmuyor lakin sizi vücudunuza giren sinsi bir virüs gibi yavaş yavaş ele geçiriyor. Romanın baş kahramanı Hayri beyin talihinin, müteşebbis iş adamı Halit Ayarcıy'la tanışması sonucu değişmesine tanık oluyoruz. Kimin aklına gelir? Halit bey Saatleri Ayarlama Enstitüsü diye bir fikirle ortaya çıkıyor. Bu kurum şehrin meydanlarında yada normal vatandaşların geri kalmış saatlerini ayarlıyor ve dünya çapında ünlü oluyor. Burada Hayri beye görev veriyor ve Halit-Hayri ikilisinde bi tarafta kendine güven ve projeye inanma, diğer tarafta kendine güvensizlik ve şüphe tezatlığına şahit oluyoruz. Halit beyin himayesinde Hayri'nin kendisinin ve ailesinin değişimine şahit oluyoruz.

20 Aralık 2023 Çarşamba

Kaya ve Uçurtma

 Yel kayadan ancak toz alır diye bir deyim var. Kamuoyuna mal olmuş kişiler basın toplantılarında sık sık bu deyimi kullanıyorlar. Kendilerinin kaya gibi sert olduklarını ve yaşadıkları problemin yani yelin ancak üzerlerinden toz alabileceğini söylüyorlar. Aklıma şu soru geliyor. Kaya gibi sert olmak zorunda mıyız? Her zaman güçlü olmak iyi bir şey mi? Özellikle erkek çocukları aileleri tarafından bu anlayışla yetiştiriliyor. " Erkek adam ağlamaz, erkek adam güçlüdür " diye. Bu kaya gibi sert olma, her daim güçlü durma hali insanları empati yeteneğinden yoksun bırakıyor. Birbirine karşı anlayışsız bireylerden oluşan sakat bir toplum yaratıyor. Kaya ve uçurtmayı düşünelim. Kaya serttir, kıramazsın zarar veremezsin. Uçurtma ise bir kaç ince çıtadan ve üzerine yapıştırılan kağıttan ibarettir. Bir uçurtmayı kolayca kırabilir, yırtabilirsin. Peki hangisi daha güçlüdür? Yerinde duran hiç bir işe yaramayan kaya mı yoksa doğru rüzgarla göklere süzülen uçan uçurtma mı? Biz her zaman güçlü olmak zorunda değiliz. Kaybedecek şeyi olmayanlar yani arkadaştan, aileden, sevgiliden yoksun olan kişiler kaya gibidir. Ama asıl güç zayıflıktadır, duygusal olmaktadır. Kaybedecek şeylerimizin varlığı kadar zayıfız, duygusalız ama aynı zamanda güçlüyüz. Şu hayatta kaya gibi değil uçurtma gibi olmalıyız. Doğru rüzgarlarla havada süzülebilmeli olayların üzerine çıkabilme gücüne sahip olmalıyız. Maharet kaya gibi sert olmakta değil, uçurtma gibi kırılgan olunmasına rağmen göklerde süzülebilmektedir.

19 Aralık 2023 Salı

Necip Hablemitoğlu Cinayeti

 Necip Hablemitoğlu'nu tanıyor musunuz? Kendisi ülkemizin en önemli bilim insanı ve tarihçilerindendi. 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra uyanan, daha öncesinde Fetullah Gülen'e muhterem hoca efendi diyen, cemaatin emniyet-yargı mensuplarını devletin kritik konumlarına yerleştiren ülkeyi yirmi yıldan fazladır yöneten sayın muktedirlerimizi taa darbeden on beş yıl önce Fetullah Gülen'in bir hain olduğu ve ülkenin kılcal damarlarına kadar sızmış Fetullahçı bir terör örgütünün varlığı konusunda uyarmıştı. Düşünün ülkeyi yöneten muktedirker 15 Temmuz 2016 dan sonra FETÖ'nün varlığına uyanırken Necip Hablemitoğlu taa 2000 lerin başında bu tehlike konusunda uyarılar yapıyordu. Ve maalesef 18 Aralık 2002 tarihinde henüz 48 yaşındayken FETÖ'nün tekikçileri tarafından öldürüldü. Necip Hablemitoğlu FETÖ tehlikesi hakkında bir kitap yazıyordu. Öldükten sonra yayınlanan Ķöstebek adlı kitabının ön sözünde bakın rahmetli ne demiş " Fetullahçı kadrolar, Türk devletinin istihbarat birimlerine sızdı, devletimizin altı oyuluyor. Şeyleri ABD'de yaşayan, CIA,MI6 ve BND gibi yabancı istihbarat birimlerine taşeronluk yapan bir cemaate mensup müritlerin, Türk devletinin istihbarat birimlerinde kadrolaşabileceğini, devletin gücünü, devleti savunanlara karşı kullanabileceğini kim tahmin edebilirdi? Köstebek işte bu ihanet öyküsünün adıdır. Siz hiç, Fetullahçıları devlete karşı bir tehdit olarak algılayan bir bakan yada başbakan gördünüz mü? Siz hiç Fetullahçıları tehdit olarak tanımlayan bir emniyet genel müdürü veya MİT müsteşarı gördünüz mü? Göremezsiniz. Gösteremezsiniz. Önünüzde iki tercih vardır. Ya çoğunluğun yaptığı gibi başınızı çevirir, farketmemiş gibi yaparsınız, yada risk üstlenerek araştırmaya ve mücadeleye başlarsınız. Fetullahçılar Türkiye'de Mevleviler,Bektaşiler,Cerrahiler gibi salt dinsel inançlarını yaşamaya çalışan bir cemaat değildir. Uluslararası alanda at koşturan, son derece tehlikeli bağlantılarıyla, ekonomik kaynakları ve eğitim kurumlarıyla, Türkiye'nin yüzyüze olduğu en tehlikeli tehdit odağıdır. Örgütlenme modeli itibariyle Türkiye'de eşi yoktur. Örgütlenme modeli tamamen CIA denetimindedir.Fetullahçılar mevcut ekonomik kaynaklarını, yapılabilecek en değerli ve en akıllı alana, eğitim yatırımına tahsis ediyorlar. Bu özellikleriyle, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü değil, daha çok geleceğini tehdit ediyorlar."

17 Aralık 2023 Pazar

Hayat Tavlası

 Hayat denen yolda hava her zaman güzel olmaz. Bazen fırtınalar, kuvvetli rüzgarlarla karşılaşırız. Hani muhatap olduğumuz zorluklar, dertler, tasalar varya. Hani sanki sırtımızdaki çuvalda bir yük gibi taşıdığımız bizi yavaşlatan dertlerimiz. İşte çuvaldaki o yükler ansızın kopan fırtınalarda, esen kuvvetli rüzgarların bizi uçurup havalandırmasını meçhul bir kadere savurmasını engeller. O yükler. Hep taşımaktan şikayet ettiğimiz yükler... Bazen bizim hayatımızı kurtarır. O yüzden bazı dertler faydalıdır. Spor salonunda ağırlık kaldırarak nasıl kaslarımızı güçlendiriyorsak hayatta karşılaştığımız maddi manevi yorgunluklarla karakterimizi, ruhumuzu güçlendiririz. Zorlamayan hayattın zevki olmaz. Hayat tıpkı tavla oynamak gibidir. Rakibimiz hayattır. Gelen zara göre yani kaderin bize sunduğu imkana göre hamlelerimizi yaparız. Şimdi karşınızdaki rakibin tavlada acemi olduğunu ve tüm oyunları her seferinde kazandığınızı düşünün. Oyundan hiç bir zevk almazsınız. Hayatta böyle işte. Hayat dediğin zorlamalı, hayat dediğin iyi zar gelmesi için dua ettirmeli. Hayat insana Tanrıyı hatırlatmalı, insanın aklını çalıştırmalı, insana engelleri aşmak için planlar yaptırmalı. Ancak bu şekilde dönüşebilir ve potansiyelimize ulaşabiliriz. Yürüdüğün yol seni yordu diye üzülme. Yolun şükründe ol. Ya hiç yol olmasaydı ve bir odaya hapsolsaydın. Eğer hesabını, kitabını yaptıysan muradın için savaşa girmekten çekinme. Ama kendini de bil. Kazanamayacağın savaşa girme. Cesaret hiç korkmamak değildir. Korkuna rağmen harekete geçmektir. Kork, hatta ödün patlasın koş girişinde durduğun tünelin karanlığına. Sözlerinde ve hatta aklında beliren düşüncede bile özenli ol. Unutma hayat kocaman bir mağara. Söylediğin ve düşündüğün şeyin yankısını duyuyorsun. Ne ekersen onu biçiyorsun.

16 Aralık 2023 Cumartesi

17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonu

 17 Aralık'a geliyoruz. Ülke tatihi için önemli bir gün. Bundan tam 10 yıl önce 17 Aralık 2013 de emniyet güçleri tarafından devletin üst kademesine rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yapıldı. İstambul polisinin bilgi notunda; ekonomi bakanı Zafer Çağlayan'ın İran asıllı iş adamı Rıza Sarraf'tan 32 milyon euro ve 1.5 milyon dolar rüşvet aldığı belirtiliyordu. Rıza Sarraf'ın içişleri bakanı Muammer Güler'e, Avrupabirliği bakanı Egemen Bağış'a Halkbank genel müdürü Süleyman Aslan'a rüşvet verdiği, bakan çocuklarına iş takipçiliği yaptırdığı anlatılıyordu. Polisin baskın yaptığı evlerden ayakkabı kutuları içinde milyon dolarlar ve para sayma makineleri çıkmıştı. Bu yolsuzluk operasyonu FETÖ cü yargı ve emniyet mensupları tarafından hükümeti devirmek amacıyla yapıldı. Çünkü " Ne istedilerse verdik " yılları AKP-FETÖ ortaklığı sona ermişti. Bu iki grup aralarında devleti bölüşememişler ve sonunda kavgaya tutuşmuşlardı. Ama ben size 17-25 Aralık operasyonunun pek bilinmeyen iç yüzünü anlatmak istiyorum. ABD önderliğindeki dünya, uranyum zenginleştiren ve nükleer güç olma yolunda hızla ilerleyen İran'a ambargo uyguluyordu. Bu ambargo nedeniyle İran'ın ekonomik olarak eli kolu bağlanmıştı. Türkiye İran'dan doğalgaz alıyordu. İran'a uluslararası ambargo uygulandığı için parasını ödeyemiyordu. Bu yüzden İran'a Halkbank hesabı açıldı ve doğalgazın parası bu hesaba yatırılıyordu. İran Halkbankta biriken parasıyla Rıza Sarraf'ı kullanarak Türkiye'den altın alıyor, yine Sarraf'ı kullanarak bu altınları Dubai'de bozdurup kendisine uygulanan ekonomik ambargoyu Türkiye'nin yardımıyla deliyordu. Durum ABD istihbaratı CIA'in takibindeydi. ABD Türkiye'yi " Bakın İran ambargosunu deliyorsunuz " diye defalarca uyardı. Sonunda CIA' den emir alan Fetullah Gülen örgütüne 17-25 Aralık operasyonunu yaptırdı. İşte on yıl önceki yolsuzluk operasyonunun nedeni buydu sevgili okurlar. Ama hala cevaplanması gereken bir soru var. Tamam operasyonu CIA ve FETÖ hükümeti devirmek için yaptı. Lakin dönemin bakanları gerçekten milyonlarca dolar rüşvet aldı mı, hırsızlık yapıldı mı? Bu toplumun aklını ve vicdanını kurcalayan bir soru olarak kaldı.

13 Aralık 2023 Çarşamba

Şeyh Sait Bulvarı

 PKK elebaşı bebek katili Abdullah Öcalan, Amerikan istihbaratı CIA'in maşası FETÖ'nün elebaşı Fethullah Gülen neyse Şeyh Sait de aynı hainlerden biridir. Şeyh Sait kimdir? " Hilafetsiz Müslümanlık olmaz; saltanat ve hilafet geri getirilmeli, okullarda dinsizlik öğreten, kadınları yarı çıplak gezdiren Kemalist hükümetin başı ezilmelidir. " diyen Türkiye Cumhuriyetine karşı adamlarıyla birlikte silahlı ayaklanma başlatmış İngiliz maşası bir vatan hainidir. Evet Şeyh Sait'in ayaklanmasını İngiliz istihbaratı organize etmiştir. Kurtuluş savaşından yeni çıkmış Cumhuriyetimiz petrol tarafından zengin Musul ve Kerkürk'ü kurtarmak için hamle hazırlığındayken İngilizler topraklarımızda Şeyh Sait isyanını başlatmış, ordumuz isyanın bastırılmasıyla meşgulken Musul'u ve Kerkürk'ü maalesef kaybetmişizdir. İsyan bastırılmış Şeyh Sait ve adamları idam edilmiştir. Geçenlerde Diyarbakır'da yeni yapılan bir bulvara Şeyh Sait adı verildi. Ülkeyi bölmek için silahlı bir isyan başlatan hainin adı verildi. Bunun Abdullah Öcalan meydanı yada Fethullah Gülen bulvarı açmaktan hiç bir farkı yok. Sonuçta hepsi eli kanlı isyancı hain. Bu yanlıştan derhal dönülmesini ve bunun sorumlulularının ibreti alem için derhal cezalandırılmasını diliyorum. Yazık. Çok yazık. Ülke ne hale geldi.

12 Aralık 2023 Salı

Dayak

 Türkiye'de kimseye yaranamadığın tek meslek hakemliktir. Kahve muhabbetlerinde " Şerefsiz hakem şike yapmış, bilnemne çocuğu hakem takımı doğradı... " diye milyonlarca kez hakemin kulakları çınlatılır. Hakem futbol oyununda hakimlik yapar. Adaleti dağıtmakla yükümlüdür. Sahadaki 22 azgın futbolcuyu idare etmek zorundadır. Milyonlarca doların döndüğü bacasız sanayi futbolda takımların kaderini belirler. Ben şuna ifrit oluyorum. Ülkemizde adalet vicdanını yitirmiş, İstanbul Anadolu adliyesi başsavcısı adliyede bazı hakimlerin para karşılığı suçluların lehine karar verdiğine dair yani kirli bir dava borsası oluştuğuna dair üst makamlara dikekçe yazıyor, Somali cumhurbaşkanının oğlu iki çocuk babası ekmek parasının peşindeki moto kuryeyi ezip polisler tarafından serbest bırakılıyor ancak biz ülkemizdeki şirazesi kaymış adaleti Çemişkezeksporun verilmeyen penaltısı kadar konuşmuyoruz. Toplumumuz futbolla uyutuluyor ve apolitikleştiriyor. Ülke sorunlarını konuşmuyor, anayasada hak olarak verilmiş barışçıl mitinglerle hakkını aramıyor. Koyun gibi milletiz... Türk'ün hak aradığı tek konu o hafta tuttuğu takımın maçında penaltısının verilmemesi sonucu hakeme kahvede yada sosyal medyada ana avrat düz gitmesi. Dün akşam bunun daha ileri versiyonuna şahit olduk Ankaragücü-Çaykurrizespor maçında. Maç sonunda eski AKP milletvekili Ankaragücü başkanı sahaya girdi ve hakem Halil Umut Meler'i dövdü. Sözün bittiği noktadayız. Ülkede adalet olmayınca herkes kendi adaletini tesis etmeye çalışıyor. Bir sokak röportajında vatandaş " AKP sayesinde artık doktorları dövebiliyoruz " demişti iyi mi? Doktora dayak, hakeme dayak, zeytinlikleri savunan köylüye yandaş müteahhitlerin özel güvenliği haline getirilmiş kolluk kuvvetlerince biber gazı ve dayak, yandaşa ise kıyak... Türkiye yüzyılı başladı. Hep birlikte şahlanıyoruz!

11 Aralık 2023 Pazartesi

Kalbe Giden Yol

 En iyi üniversiteye girebiliriz. En iyi işe girebiliriz. Kahveye, restorana yada cumaları camiye girebiliriz. Ama en zoru insanların kalbine girmektir. Kalp dediğimiz şey bir elimizle yaptığımız yumruğumuz kadar bir şey. Küçücük bir şey manevi heybetine kıyasla. Bir kalbe girmek için bizde küçülmeliyiz. Kibrimizden, egomuzdan, nefsimizden oluşan cüssemizi bi kenara atmalıyız. Küçülüp ufalmalıyız. İçimizdeki Mütevazi, alçak gönüllü, cömert kişiyi açığa çıkarmalıyız. O zaman kalplere girebiliriz. Bir kalbe girince sahiden seviliriz. Bir kalbe girince gerçek dostlar ediniriz. Kimisi para biriktirmeyi sever, kimisi insan biriktirmeyi. Ben ikincisindenim. Kalp evrenin en geniş okyanusuna açılan bir kapıdır. Yani Tanrıya açılan kapı. Varlığı ancak yoklukta bulabiliriz. Modern hayatın ruhlarımızı zehirlediği " Daha çok para, daha çok mal-mülk, daha çok ünvan, daha çok imtiyaz " gibi faydasız sıfatlardan arındığımızda, yani yok olduğumuzda o kalpten içeri girebileceğiz ve sonsuz varlığa kavuşabileceğiz. Hiç acaba kimin kalbindeyim diye düşündün mü sevgili okur? Başkalarını bıraktım. Acaba sen kendi kalbinde misin? Vakit; kibrinden, egondan ve nefsinden soyunma vakti... Korkma soyun. Soyun ve ruhuna bak. Dilin ve aklın susacak ve vicdanın konuşmaya başlayacak. İyiysen iyi diyecek, kötüysen kötü diyecek... Ama korkma. Halen nefes aldığına göre kötüyü iyi yapma gücün var. Bu fırsat kalan ömrün kadar. Onu da sadece bilen yaradan. Tanrıyı unutma lütfen. Çünkü o seni unutmuyor...

9 Aralık 2023 Cumartesi

Butkus'un hikayesi

 Annesi problemli bir hamilelik yaşamıştı. Doğduğunda ağzı yana kayıyordu, dudakları orantısız ve sol gözü sağ gözünün aşağısındaydı. Yüzünde kısmi felç vardı. Fakir bir gençti. Ne iş olsa çalışıyordu. Daha çok amelelik işleri. İkinci sınıf salonlara gidiyordu. Tek dostu köpeği Butkus'du. Sonunda sıfırı tüketmişti ve besleyemediği için köpeğini tanımadığı birine sadece 25 dolara sattı. Köpeğini sattığında hem o hem köpeği Butkus' ağlıyordu. Köpeğini sattıktan bir hafta sonra Muhammed Ali-Chuck Wepner'ın boks maçını izledi. O akşam aklında bir şimşek çaktı. Boksörlerin hayatını anlatan bir filmsenaryosunu sadece 20 saatte yazdı ve yapımcıların kapılarını aşındırmaya başladı. Senaryoyu çok beğenmelerine karşın başrolde oynamak isteyen bu genci yüzündeki doğuştan gelen arızadan ötürü " Bize star lazım komedyen değil " diyerek alaycı bir şekilde reddediyorlardı. Bir yapımcı senaryoya 350 bin dolar önerdi ama başrol oynamasına izin vermedi. Daha sonra 35 bin dolar karşılığında başka bir yapımcıyla anlaştı ve senaryosunu yazdığı filmde başrol oynadı. Film dünya çapında ses getirdi ve tam üç oscar aldı. Artık zengin ve ünlü olmuştu. Fakirlikten ötürü yıllar önce sattığı köpeğini aradı. Sonunda sattığı adamı buldu. 25 dolara sattığı köpeğine 1500 dolar vererek geri aldı. Bu adam kim diye merak ettiniz mi? Bu adam efsane boksör Rocky filmlerinin kahramanı dünyaca ünlü aktör Slyvester Stallone. İlham verici bir hikayesi var. Hayata 1-0 geriden başlayabiliriz. Defalarca reddedilebiliriz. Ama kendimize ve yaptığımız işe olan inancımız varsa o beklediğimiz telefon birgün muhakkak çalar.

8 Aralık 2023 Cuma

Roman Okumak

 Akıllı insan hatalarından ders alır. Daha akıllı insan başkalarının hatalarından ders alır. Eskiden sahip olduğumuz dost meclislerini günümüzde pek uygulayamıyoruz. Trafik, iş yaşamı, vakit darlığı ve türlü türlü sebepler. Bu meclislerde herkesin ve ortamda bulunmayanlarında hikayeleri paylaşılır son gelişmelerden bilgi sahibi olunurdu. Başkalarının yaşadığı olumsuz sonuçlu hikayelerden kendimize ders çıkarırdık. Günümüzde bunun yerini sosyal medya aldı. Artık hiç bir şey gizli kalmıyor ve bir kaç saniye içinde tüm dünyaya yayılıyor. Belkide gençler karapara aklayan sosyal medya fenomenlerine özenmekten, arsızca daha fazla kazanmak isteyen ve Seçil Erzan'a paralarını kaptıran futbolcuların düştüğü durumlardan ibret alıyorlar. Ancak sosyal medyada kullanıcıların haberlerle etkileşimi bir kaç saniye ile sınırlı ve bu hız kullanıcının düşmanı. Bu hız yüzünden kullanıcılar gördükleri haberden alması gereken dersleri içselleştiremiyorlar. Ben kendi ve başkalarının hatalarından ders alma konusunda nacizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bunu yapmanın en etkili ve keyifli yolu kitap okumak. Yazarın hüneri sayesinde romanın içine giriyorsunuz sanki bir role play oyunu oynuyormuşunuz gibi karakterin yerine geçiyorsunuz ve onun yaşadığı olumlu olumsuz olayları yazarın kurguladığı sanal dünyada deneyimleyebiliyorsunuz. Böylece suç işlemeden suçun kötülüğünü Raskolnikov'dan, yasak aşkın saadet getirmeyeceğini Anna Karenina'dan, hovardalığın başa iş açacağını Gürpınar'ın Şık'ın dan deneyimliyorsunuz. Roman size sobaya dokunmadan onun elinizi yakacağını bildiriyor. Bir roman okuyunca hayatta denk gelme şansınızın olmadığı insanlarla konuşabiliyor, olaylar yaşayabiliyor ve gerçek deneyimleri yaşamadan ( sobaya dokunmadan ) olgunlaşabiliyorsunuz. Üstelik okuduğunuz edebi eser sosyal medyada karşınıza çıkan özensiz, sığ içeriklerin haricinde özenle hazırlanmış,üzerine uzun uzun düşünülmüş metinlerden oluşuyor. Yıl sonunda yeni yıl hedefleri belirlenir. Özellikle genç arkadaşlarıma sesleniyorum. 2024 de kendinize daha çok kitap okuma hedefi koyun. Ve kendinizi edebiyatın büyülü dünyasına teslim edin. Sevgiler...

7 Aralık 2023 Perşembe

En çok Kendimi Seviyorum

 Bu sabah beni çok mutlu eden bir haber aldım. Aile dostumuz olan bir ablamın oğlu çok iyi bir üniversiteye birincilikle girmiş. 2005 yılının eylülü daha dün gibi gözümün önünde canlandı. Annemle İstanbul'a gitmiş doğum yaptığından ötürü aile dostumuzu tebrik etmiştik. Taa 18 yıl önce. 18 yıl öncenin kundakta önümüze getirilen bebeği bugün boylu poslu üniversiteli yakışıklı bir genç adam olmuş. Yavrularının büyüyüpde bugünlere geldiğini görmeleri bir anne baba için kimbilir ne kadar mutluluk verici bir olaydır. Ben babalık duygusunu hiç yaşamadım. Bu saatten sonra da yaşamayı düşünmüyorum. Genelde çevrem beni insan-ı kamil olarak niteler ama zor bir adamım. On yıldan fazladır kendimi ilişkiye kapamıştım. Ta ki geçen yaza kadar. Geçen yaz farklı şehirde yaşayan bir kadınla ilişki yürütmeye çalışmıştım. Ancak iki ay sürebildi. Onu kendisine kesin ayrılık kararımı bildirdiğimde sadece 1 saatliğine yüz yüze gördüm. Kendimi ilişkiye kapadığım uzun yıllarda " Acaba ihtiyacın olan bir aşk mı? " düşüncesi zaman zaman zihnimi yokladı. Ama bu son ilişki kendimi tanımamı sağladı. Yalnız yaşadığım yıllar beni bencilleştirmiş. Kendimi bir başkasıyla paylaşamayacağım kadar çok seviyorum. Buda bi şey. Kendini sevmek yani. Aşk ilüzyonu ile başlayacak, didişmelere evrilecek ve sonunda kadın erkeğin ruhlarını içlerinden çekip robota bağlayacakları sahte bir ilişki istemiyorum. Sırf herkes evlenip çocuk sahibi oluyor diye sırf adet olduğu için aynı yoldan gitmek istemiyorum. Bi de kendimi bir çocuğun sorumluluğunu taşıyacak, büyüyüşüne sabırla yaklaşacak olgunlukta göremiyorum. Kendini bilmekde bi şey ve ben en çok kendimi seviyorum.Ama evlat sahibi olan arkadaşlarıma sonsuz saygı duyuyorum. Büyük iş başarıyorlar. Öğrencilik okul okuyunca bitmez. Analar babalar çocuklarından da öğreniyorlar. Bir çocuk insanın en büyük öğretmenidir. Tüm ana babalara çocuklarıyla güneş gibi aydınlık, gök kuşağı gibi renkli cıvıl cıvıl günler diliyorum.

5 Aralık 2023 Salı

Mühendis olmak bana ne kazandırdı?

Bugün dünya mühendisler günü. Belki yeni takipçilerim bilmez ama bende eski bir mühendisim. Hayatımın 10 yılı şantiyelerde, inşaatlarda geçti. 2015 de yazmaya ve edebiyata olan tutkum ağır basınca mühendislik günlerimi geride bıraktım. Ama bu günü bende kutluyorum. Mühendis olmam beni ben yapan ve başardığım şeylerin anahtarını oluşturdu. Kısa mesafe yarışlarında koşuyordum. Birgün 42 kilometre maraton koşmaya karar verdim. Bunun için Mısır'da katılacağım yarışa kadar ki dört aylık süreyi planladım. Antremanlarımı, beslenmemi her hafta arttıracağım koşu mesafemi. Tıpkı bir dairenin tesisat projesini çiziyormuş ve hesaplamalar yapıyormuş gibi maraton hazırlığımı projelendirdim ve 2013 yılında Mısır'ın Luksor kentinde hayatımın ilk maratonunu koşmayı başardım. Sonra devamı geldi. Yazarlığa başladım. Bir romanın çatısını olay örgüsünü kurmak mühim bir iştir. Yine olaya bir mühendis olarak yaklaştım ve yüzlerce sayfayı bulan romanlarımı daha olayın başında tıpkı bir proje yaparmışcasına planladım, karakterlerin birbirleriyle etkileşimini hesapladım. Yazarlığa başladığım 2013 yılından beri geride gururla baktığım dört roman, bir öykü kitabı ve bir şiir kitabı yazdım. Ne kadar iyi bir yazar olduğumu eserlerim yayınlandığında okurlarımın tepkisi belirleyecektir. Ama eski bir maraton koşucusu olmamla, yazar ve şair olmamla gurur duyuyorum. Bunları mühendislik eğitimi almama ve 10 yıllık mühendislik tecrübeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Mühendislik bana şunu öğretti. Atacağınız her adımı planlayın. Çünkü hesap ve proje sizi hiç bir zaman yolda bırakmaz. 5 aralık dünya mühendisler günümüz kutlu olsun...
 

Napolyon Josephine Aşkı

 Dün Napolyon filmini izledim. Büyük prodüksiyon ve yönetmen koltuğunda Ridley Scott olunca filmde ki savaş sahneleri oldukça görkemli olmuş. Joaquin Phoenix Napolyon'u çok iyi oynamış. Filmi sakın ha sadece Napolyon'un savaşlarını anlatan bir tarihi savaş filmi zannetmeyin. Film aynı zamanda Napolyon ile çok sevdiği karısı Josephine arasındaki aşkı anlatıyor. Yani aynı zamanda bir aşk filmi. Dünyayı dize getiren giriştiği büyük savaşları kazanan Napolyon, cephede çevrelediği onca tehdit ve baskının içinde tek bir şeye sığınıyor. O da çok sevdiği karısı Josephine'e. Cepheden ona sürekli mektuplar yazıyor. Askerlerine öldürme emri verdiği kanın gövdeyi götürdüğü o cehennemi savaş ortamında yüreğinde kalan tek masumane ve saf şeye yani karısına duyduğu aşka tutunuyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Sen büyük komutan Fransa İmparatoru Napolyon'da olsan yüzbinlerce kişilik orduyu da kumanda etsen yine de bir kadına tabi olabiliyor, sana karşı büyük bir kabahati de olsa ona duyduğun büyük aşkdan ötürü kalbine sahip o kadını affedebiliyorsun. Napolyon Mısır seferindeyken Josephine kocasını aldatıyor. Napolyon bunu öğreniyor ve geri dönüyor. Basın durumu yazıyor ve Napolyon tüm dünyanın önünde küçük düşüyor. Lakin Napolyon Josephine'i affediyor. Galiba gerçek aşk affedilmez hataları bile affedecek olgunluğa sahip olabilmekten geçiyor. Napolyon çok sevmesine rağmen yıllar sonra karısından boşanıyor. Nedeni ise Josephine'nin hamile kalamaması ve kendine bir varis verememesi. Burada şu ikilem ortaya çıkıyor. Napolyon kendi soyundan birinin kendinden sonra devleti yönetmesini istiyor ve Avusturya düşesiyle evlenip bir erkek evlada sahip oluyor. Napolyon boşandıktan sonra ilk karısı Josephine'le mektuplaşmaya ve onu ziyarete devam ediyor. Yani ona olan aşkı boşansa da dinmiyor. Ama devletin bekası için Josephine'den boşanıyor. Napolyon Fransa'yı mı Josephine'i mi daha çok seviyor noktasına geliyoruz. Cevabı filmin sonunda görüyoruz. Sürgündeki Napolyon'un ölmeden önceki son sözleri: Fransa, ordu, Josephine... oluyor.

1 Aralık 2023 Cuma

Para

 Korku. Tarih öncesi devirlerden gelen insanoğlunun hissettiği en eski duygudur. Henüz evlerin ve korunaklı barınakların icat edilmediği dönemde insanoğlu yırtıcı havyanların tehlikesinden ve aç kalmaktan korkardı. Bunun için av aletleri ve ateşi icat etti şartlar yani korkusu kendini gelişmeye veya evrimleşmeye itti. Günümüz modern dünyasında ise kariyer ve iş yaşamının zalim çarkları içinde zamanı, ruhu öğütülen beyaz yakalılar ofislere hapsolmuş zombi gibiler. İlkel insanın geçmişte yaşadığı ve geçmişten gelip DNA larına yapışmış aç kalma korkusunu yaşıyorlar. Ama bu aç kalma korkuları en son model arabaya binememe, en pahalı marka kıyafetlerle davetlere arzı endam edememe, devletin bedava okulu yerine çocuklarını en pahalı özel okullara gönderememe, yılda birkaç kez pahalı tatillere gidememe gibi şeyler. İnsanoğlu yerleşik hayata geçerek, demiri işleyerek, buhar gücünü kullanarak, bilgisayarları icat ederek yani sanayi devrimini yaparak belki doğaya hükmetmeyi başardı ama bu devrim sonunda ortaya çıkan kapitalizm ve tüketim çılgınlığı neticesinde ortaya çıkan az ile tatmin olmaz, arsızca daha fazlasını isteyen, yetinmek nedir bilmeyen hastalıklı tabiatının kölesi oldu. Modern insan geçmişte kendine tehlike yaratan ormandaki yırtıcı hayvanı yendi fakat kendi ruhunu köle yapan tüketim çılgınlığına kapılmış, aza kanaat etmeyen nefsine yenildi. Yazıya korku ifadesiyle başlamıştım onla bitireyim. Korkmamız gereken; lüks hayatlarımızı kaybetmek, marka giyinememek, pahalı otellerde tatil yapamamak, son model cep telefonlarına sahip olamamak yani fakir olmak değil. Asıl kalp kırmaktan, ah almaktan, yalandan dolandan, başkalarına zarar vermekten, onursuzca yaşamaktan ve imansız olmaktan korkmalıyız. Fransız devrimini, sanayi devrimini yaptık ama yeterli değil...Bunu anladığımız gün insanoğlu ruhundaki tekamül devrimini yapacak ve dünya daha güzel bir yer olacak.

28 Kasım 2023 Salı

Büyümek

 Yaş almak her yıl üzerine başka bir elbise giymek gibi. Küçükken o elbiseleri giymeye başlıyoruz. Üzerimize bol gelen elbiseleri. Hayatın bize dayattığı adına büyümek denilen olgu karşısında o x-large kıyafetlerin kalıbına uyabilmek için bedenimizi, ruhumuzu orasından burasından çekiştirerek uzatmaya ve büyüklük kalıbını doldurmaya çalışıyoruz. Bu çekiştirme sırasında gerilimden ötürü ruhumuz çatlıyor ve o çatlaklardan dışarı çocukluğumuz sızıyor. Kaybediyoruz her doğum günümüzde bir beden daha bir katman daha giydiğimiz o büyüklük kıyafetinin içine sığmaya çalışırken. Kaybediyoruz neşemizi, saflığımızı, merakımızı ve bir çocuğun hiç kimseye hesap vermeyi düşünmediği medeni cesaretini... O çocuksu cesaret ne mühim bir şeydir. Bi çocuğun her soruyu özgürce sorması, özgüvenli olması. Büyürken üzerimize giyindiğimiz o katmanlarla belki boyumuz uzuyor daha heybetli oluyoruz yıllar geçtikçe. Lakin o büyüklük denen kalıba sığmak için çekiştirdiğimiz uzatmaya çalışırken yaraladığımız ruhumuzdan dışarı sızan çocukluğumuzu kaybederek belkide aynı anda manevi olarak küçülüyoruz. Çocukluk sadece yaşla ilgili bir durum değildir. Bir insan her yaşta çocuk olabilmeli. Neşesini, saflığını, özgüvenini, merakını muhafaza edebilmeli. Peki büyürken kırıp döktüğümüz ruhumuzu yada kalbimizi nasıl onarıp da çocukluğumuzu tekrardan yakalayabiliriz? İşe yıllardan beri katman katman üstüste giydiğimiz o büyüklük abasından soyunarak başlamalıyız. O kıyafetleri tekrar tekrar çıkartıp içimizde yıllardır gün ışığı görmeyen ruhumuza yani çocukluğumuza ulaşmalıyız.

İstanbul İçin Son Çağrı

 Ediz Hun-Fatma Girik, Ayhan Işık-Belgin Doruk, Cüneyt Arkın-Filiz Akın yada Kadir İnanır-Türkan Şoray... Bu isimler Yeşilçam'ın unutulmaz aşk filmlerinin efsane ikilileridir. Hepsi geçen yüzyılda kaldı ama kalbimizde yer etti. Ben bu ikililerin yanına Kıvanç Tatlıtuğ-Beren Saat ikilisini de koyuyorum. Onlar modern çağın starları. Bu muhteşem ikili İstanbul İçin Son Çağrı filminde bir araya geldi. Aşk-ı Memnu'dan sonra Kıvanç'ı ve Beren'i tekrar bir arada görmenin hayalini Netflix'de geçen cuma gösterime giren bu film gerçekleştiriyor. Film birbirini tanımayan Kıvanç( Mehmet )ve Beren'in ( Serin ) hava alanında tanışması ve New York şehrinde geçirdikleri yirmi dört saati anlatıyor. Bir aşk filmi. Aşık olmayı, evlilikte sadakati, rutine binmiş ve monotonlaşmış evlilik müessesinin sorunlarını ve evlilikleri kurtarma konularını ele alıyor. Senaryosu çok zekice yazılmış ve izleyeni ters köşe yapıyor. Bence filmin ana fikri şu: Sevmek için yürek, sürdürmek için emek gerek. Filmi izleyince anlayacaksınız. Kıvanç ve Beren'i tekrar bir araya getiren bu film izlemeye değer.

26 Kasım 2023 Pazar

Maraton ve Edebiyat

 Şık, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın ilk eseri. Çok genç bir yaşta yazmış. Bu kitabı Ahmet Mithat Efendi okuyor ve karşısındaki Gürpınar'a " Bunu sen yazmış olamazsın söyle kimden yardım aldın çocuk? " diyor. Gürpınar o zaman genç, toy... Gözünden yaşlar süzülüyor. Göz yaşlarını gören Ahmet Mithat Efendi " Tamam çocuk sana inandım " diyor ve o tarihten sonra bu genç yazara hamilik ediyor. Gürpınar'ın kendine has bir mizah anlayışı var. Okura kahkahalar attırmayı başarıyor. Bu kitapta Şık adında 1800 ler İstanbul'unda yaşayan batı özentisi kıyafetler giyen ve entellektüel pozlarına bürünmeye çalışan ama cahilliğiyle ve rüküşlüğüyle komik duruma düşen, aşkı para yedirdiği metresiyle münasebette arayan ve gerekli parayı temin etmek için her türlü ahlaksızlığı yapan, saf karaktersiz bir gencin ibret verici hikayesine tanık oluyoruz. Gürpınar'ın ona hamilik eden bir Ahmet Mithat Efendisi olmuş. Acaba elinde yazılmış ama 2017 den beri yayınevleri tarafından defalarca reddedilmiş 4 roman ve bir şiir kitabı bulunan şuan beşincisini yazan bendeniz Onur Savaş'a el verecek ve Hamim olacak bir Ahmet Mithat Efendi çıkacak mı? Ben yaptığım işi iyi yapmaya çalışıyorum, 2013 den beri her gün yazıyorum ilham almak için her gün okuyorum. Eski bir atlet olmamın ve 42 km maratonlar koşmamında yazarlık serüvenime katkısı oldu. Yazmak da uzun bir koşu yarışına hazırlanmaya benziyor. Uc uca eklenmiş antrenmanla geçen günlerin oluşturduğu aylar boyunca nasıl koşuyorsanız yazarkende hergün ufak adımlar atıyorsunuz ve bu küçük yazılar birbirlerine eklemlenip romanları oluşturuyor. Koşunun ve yazmanın, her ikisininde bir matematiği var. Koşarken doğru stille koşmalı yazarken doğru teknikle yazmalısınız...Bir gün talihimin döneceğine inanıyorum. Çalışmaya devam! Taşı delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir.

Yeni Yıl Hediyesi

 Yeni yıl geliyordu. Fakir ama birbirinine duydukları sevgiyle hayatın zorluklarına göğüs geren bir çift vardı. Kadının upuzun çok güzel saçları vardı. Kocası karısının o güzel saçlarını okşamayı çok severdi. Fakir oldukları için belki kadın güzel kıyafetler giyinemezdi ama sokağa çıktımı herkes kadının güzelliğine ve özellikle kimsede bulunmayan uzun ipek gibi saçlarına hayran olurdu. Kocası karısının saçlarına değer verdiğini bilirdi. Adamın ise babadan kalma köstekli bir cep saati vardı. Hep yanında taşır gururla cebinden çıkarıp zamana bakardı. Adamın da tek kıymetli varlığı o babadan kalma saatti. Tarih 31 Aralığı gösteriyordu. Karı koca birbirlerine hediye almayı düşündüler. Ama hiç paraları yoktu. Kocası işe gidince kadın dışarı çıktı ve bir peruk dükkanına gidip saçlarını kısacık kestirip saçlarını satıp karşılığında para aldı. Artık o gurur duyduğu saçları yoktu ama kocasına bir hediye alabilecekti. Saçlarından kazandığı parayla kocasının cep saati için altın bir zincir aldı. Aynı esnada kocası babadan kalma cep saatini sattı ve kazandığı parayla karısının güzel saçları için kıymetli bir tarak aldı. Akşam oldu adam işten eve döndü. Karısının saçlarının gittiğini gördü ve " Hayatım saçlarına ne oldu? " dedi. Kadın " Onları sattım ve saatin için bu altın zinciri aldım. Yeni yılın kutlu olsun hayatım " Adam cebinden karısı için aldığı tarağı çıkardı ve " Ben senin güzel saçlarını taraman için saatimi sattım ve sana bu tarağı aldım. Yeni yılın kutlu olsun hayatım " dedi. Karı koca birbirlerine hediyelerini verdiler ve şaşkın bir şekilde birbirlerine baktılar. Sizlere O.Henry'nin Noel öyküsünü aktardım sevgili okurlar. Yeni yıla giriyoruz. Bu yazıyı benden size yeni yıl hediyesi olarak kabul edin lütfen. Eğer etrafınızda sizin için en kıymetli olan şeyi feda edebileceğiniz yakınlarınız varsa siz dünyanın en zengin insanısınızdır. İyi pazarlar.

25 Kasım 2023 Cumartesi

Kadına Şiddet

 Bugün 25 kasım kadına şiddetle mücadele günü. Günün adına bakın. İçinde " Mücadele " ifadesi geçiyor. Terörle mücadele edilir, kanserle mücadele edilir, ülkeni işgal eden düşmanla mücadele edilir... Kadına şiddet maalesef durmuyor. Kendine erkek diyen bi takım zirzoplar eşlerine, eski eşlerine, sevgililerine şiddet uyguluyor. Bunun psikolojisinin altında " Erkek reistir, kadın sessiz kalmalı ve erkeğin uydusu olmalı " durumu yatıyor. Bu zirzoplar partnerinin giyimi, çalışması gibi kadının özgür olması gereken durumlar üzerinde tahakküm kurmaya çalışıyor. İstediği olmazsa şiddete başvuruyor. Şiddetin tohumu öfkedir. Öfke ise kendini aşağılanmış hissetme durumunda açığa çıkar.Şiddet uygulayan erkekleri ruhi olgunluğa ulaşmamış, kompleksli zavallı mahlukatlar olarak görüyorum. Ve bu tipler tahsillisinden, cahiline aramızda dolaşıyor. Duruşmalarda kravat taktı diye iyi hal indirimi alıp bi kaç yıl yatıp çıkıyoflar ve sonra başka bir kadının hayatını karartıyorlar. Cezalarımız yeterli değil maalesef.Şiddet uygulayan pek çok erkek partnerini kölesi gibi görüyor. Birine köle muamelesi yapmak ne kadar adaletsiz ve merhametsiz bir duygudur. Bizim toplumda İslamiyetin kadın hakkında yozlaşmış bir yorumunun toplumsal bilince nüfuz etmesinin bir sonucudur aslında. Muhafazakar kesimde " Kadın dediğin çalışmaz, çocuk doğurur, çocuğa bakar " gibi hastalıklı bir anlayış hakim. Kadına şiddet yalnızca fiziksel bir olay değildir. Bir erkeğin metresinin olup eşini aldatması da karısına karşı manevi bir şiddettir. Ki bu durum toplumumuzda yaygın bir durum. Bende bir erkeğim ama maalesef şunu söyleyebilirim ki; erkekleri çoğu zaman beyinleri değil penisleri yönetiyor. Kadın erkekten üstündür. Bunu tartışmam bile. Kadına annelik, doğurma yeteneği bahşedilmiştir. Kadında şevkat vardır, zarafet vardır, sevgi vardır. Bunlar tabiatta olan özelliklerdir. Biz canlılar güneşin şevkatiyle ısınırız, gecenin şevkatiyle uyur dinleniriz, yağmurun rahmetiyle toprak anadan rızıklanırız... Tanrı ömrümüzü sürdüğümüz tabiata bile dişil özellikler var etmiştir. O yüzden kadınların önünde saygı ile eğiliyorum. Ülkemizi yirmi yıldan fazladır kadınına " Sürtük " demiş bir adamın siyasal islamcı hareketi yönetiyor. Ülkemize doldurdukları mültecilerle, çaktırmadan uygulamaya koydukları gerici anlayışlarla laikliğimizi ve cumhuriyetimizi aşındırmaya ve hayalini kurdukları şeriatı getirmeye çalışıyorlar. Oysa biz " Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil omuzlar üstünde yükselmeye layıksın " diyen büyük Atatürk'ün izinden gitmeliyiz.

22 Kasım 2023 Çarşamba

515 Haşimi

 Sokaklarda vatandaşlarımızı taciz eden, 600 liraya Şam Üniversitesi mühürlü çakma diploma alıp ülkemizde sahte doktorluk yapan, çakal patronların Türke asgari ücret vermemek için yarı fiyatına çalıştırdığı ve öz evladımızı rızkından eden, Suriyeli eczacıların yine mültecilere küçük bir komisyon verip en pahalı ilaçları yazdırıp bu ilaçların parasını SGK'dan alıp ilaçları da Suriyeye kaçak olarak gönderip bi de orada satıp voleyi iki sefer vururken SGK'yı yani devleti dolandıran, sokak kedisi gibi üçer beşer üreyen şimdilik 13 milyon, yirmi yıl içinde 25 milyon olacak Suriyeli ( Afganı da unutmamak lazım ) mültecilerimiz varken bir de ülkemizin 515 adında nur topu gibi Suriyeli bir çetesi oldu. Fatih Ergin görselini paylaştığım 515 Haşimi adlı kitabında 515 çıkartması yapıştırdıkları arabalarla gezen, 515 logolu şapka, tişört giyen muktedirlerimiz uyurken yada görmezden gelirken güzel ülkemizin huzuruna ve barışına çok yakın gelecekte tehdit olacak silahlı Suriyelilerden oluşan 515 adlı çeteyi anlatıyor. Geçen yaz yakın gelecekte ülkemize doldurulan ne idüğü belirsiz arapların ayaklanabileceğini ve Türkiye'de iç savaş çıkıp, dünyada Türkler araplara soykırım yapıyor algısıyla ABD nin Türkiyeye askeri müdahalede bulunabileceğini eş zamanlı olarak güneydoğudan devlet oluşumunu tamamlamış pkk miliskerininde saldırısına maruz kalıp arap isyanı, ABD ve PKK üçlü kıskacında kalıp toprak bütünlüğümüzü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu yazmıştım. Bu yazı bayağı bi beğenilmişti. Ama sesimin karar mercilerine ulaşıp ulaşmadığını bilmiyorum. Nede olsa kendi çapında sınırlı takipçisi olan bir yazarım. Lakin Fatih Ergin bu kitabında ülkemize olan mülteci akınının ileride yabancı istihbaratlar tarafından fitili ateşlenecek Türkiye topraklarındaki bir arap iç isyanı çıkartılmak için planlandığını yazmış. Benimde analizine vardığım bu konunun ülke çapında okuru olan bir yazar tarafından ele alınması bana biraz teselli oldu. Umarım yol geçen hanı gibi olmuş sınırlarımızdan vatanımıza doldurulan bu ne idüğü belirsiz güruha " Ensar, muhacir " edebiyatı yapan muktedirler gereken tedbiri alır ve FETÖ'de olduğu gibi " Kandırıldık, milletimiz affetsin " demezler. Ama pek umudum yok. Çünkü muktedir anadoluyu araplaştırarak kültürel ve sosyal anlamda laikliği zayıflatmaya ve kendi iktidarını vatandaşlık verdiği araplarla sağlama almak istiyor. Ama yabancı istihbaratlarda ülkemizdeki mültecileri boş bırakmıyir ve yakın gelecekte vuku bulacak bir arap isyanını perde arkasından organize ediyorlar. Demedi demeyin...

Dervişlerin Mertebeleri

 “şeriat, tarikat, hakikat, marifet” mertebelerini anlamaya çalışan talebenin bir mürşidi kamile konuyu sormasıyla başlar. “Bunu en kısa yoldan anlayabilmen için evladım var git, şu karşı caminin avlusunda abdest alan dört kişi vardır, enselerine birer tokat at, sonra gel sana izah edeyim” der usta. Talebe söyleneni yapar, saha araştırması başlar. Tokadı yiyen deneklerin ilki arkasını döner ve aynen tokadı bizimkine iade eder. İkincisi ise arkasını döner lakin nefsine hakim olup karşılık vermez, ‘uğraşma benle, var git işine” diye bizimkini başından savar. Üçüncüsü ise tokadı yer ama karşılık vermek bir yana dönüp arkasına bile bakmaz. Tokadı yiyen dördüncü ise döner, bizim araştırmacı talebenin elini öper ve “şükür Ya Rabbi” der. Ustanın yanına dönen talebemiz bu farklı tepkilerin hikmetini sorar; “Birinci kişi şeriat mertebesinde idi, onun için sana hakkı olan kısas ile muamele etti. İkincisi tarikat kapısında idi ve nefs mücadelesini hatırlayıp, işin içine nefsi karıştığından sana karşılık vermedi. Üçüncüsü hakikat bilgisini içselleştirme yolunda, herşeyin Hakk’tan geldiği zikriyle, kendisine vuranın kim olduğunu dahi merak etmedi, tevekkül etti. Dördüncüsü marifet sahibi imiş ki herşeyin Hakk’tan geldiğini bilmekle birlikte şükrünü göstermeyi de ihmal etmedi. Zaten sende Hakk’tan gayrısı varsa, vicdanın gereği karşısında utanıp pişman gelmen kısasın en latifi olup, bu dahi irşad ediciydi. Velhasıl hepsi de senin yanlışından dönüp doğruya yönelmen için Hakk tealanın kişilerin manevi derecelerine göre, yerli yerince müsade verdiği tutum ve davranışlardır… Kişi kendini bilmek gerekir!” Sevgili okur siz hangi mertebedesiniz? On yıl önce ben tokat atanı merak eder ama karşılık vermezdim. Şimdi kırklarımdayım ve tokat yedim mi arkamı bile dönmüyorum. Hakikat mertebesinde olduğumu söyleyebilirim. Ancak marifet mertebesinde olduğu gibi tokatı atanın elini öpmek bana zor geliyor.

21 Kasım 2023 Salı

Napolyon

 Bu cuma Napolyon filmi vizyona giriyor. Joaquin Phoenix'i Napolyon rolünde izleyeceğiz. Phoenix DC kahramanı Joker'i canlandırdığı rolüyle oscar almıştı. Böyle büyük bir oyuncunun Napolyon'a nasıl hayat verdiğini gerçekten merak ediyorum. Filmin yönetmeni Ridley Scott. Ridley Scott; Gladyatör, Cennetin Krallığı, Robin Hood gibi tarihi savaş filmlerinde çok başarılı bir yönetmen. Napolyon filminde de ortaya harika bir iş koyduğundan şüphem yok. Bu cuma film vizyona girince hemen sinemaya koşacağım. Ben bugün biraz Napolyon'dan bahsetmek istiyorum. Napolyon Bonapart 1769-1821 tarihlerinde yaşamış Fransız asker ve politikacıdır. Kendisi tamda Fransız ihtilali döneminde yaşamıştır. Büyük savaşlar kazanmış ve tüm Avrupayı etkilemiş bir komutandır.Napolyon'un savaşları dünyanın her yerinde askeri okullarda ders olarak okutulmaktadır.

Napolyon sadece cephede savaşlar kazanan bir komutan değil, modern dünyada kullandığımız ve sosyal hayatı düzenleyen pek çok kuralın fikir babasıdır. Mesela ilk yazılı anayasa, nüfus kayıt sistemi, soy isimlerinin kullanılması, ölçü ve ağırlık birimleri, sokak isimleri, otoyolların ve evlerin numaralandırılması ve trafiğin sağdan akması kurallarını Napolyon yürürlüğe koymuştur. Tüm Avrupada reformlar uygulamış, halk eğitim sistemi kurmuş ve dini azınlıkları özgürleştirmiştir. Orta sınıfın yasalar önünde eşitliğini sağlamış ve dini otoritelere karşı devletin gücünü merkezileştirmiştir. Dünya tarihine geçen böyle büyük bir lider hakkında çekilen filmi kaçırmamak gerekir. Napolyon bu cuma sinemalarda.

20 Kasım 2023 Pazartesi

Kesik Baş

 Hüseyin Rahmi Gürpınar'la Kesik Baş adlı polisiye-cinayet romanıyla tanıştım. Hikaye cumhuriyetin ilanının hemen öncesindeki İstanbul'da geçiyor. O dönem Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarıyla kültürel anlamda daha mozaik bir İstanbul var. Romanın başında geçim derdinden, ailesinden bunalmış çareyi her akşam meyhanede içmekte arayan, içki parası için kaynanasının çıkınından para aşıran Nafiz efendinin sarhoşluk halleri, mahallenin veletleriyle girdiği ağız dalaşı ve sarhoşken sokaktaki kuyuya düşmesi insanı çok güldürüyor. Bu kuyuda kesik bir baş bulunuyor ve roman boyunca cinayetin aydınlatılmasına tanık oluyoruz. Gürpınar dönemin sosyal hayatının fotoğrafını çok iyi çekmiş. Aşk konusunu da ele almış. Her aşkın mutluluk getirmeyeceğini anlatmış. Bir cinayette vicdani tereddüt yaşayan katilin psikolojisinde ki savrulmaları çok iyi aktarmış. İhtiyar bir adamın kendisine oyun oynayan kızı yaşındaki bir kadına olan umutsuz aşkını, para bulmak için en büyük günaha giren bir adamın parayı bulduktan sonra sevgilisini terk edip başka bir kadının kollarına gitmesini, intikamı, intiharı anlatmış. Gürpınar toplumda vuku bulan en temel hikayeleri anlatmış. Çok da güzel anlatmış. Bu kitabı okuduktan sonra kendi kendime söz verdim ve yeni yılda daha çok Türk Edebiyatı Klasikleri okuyacağım. Bu bendeki eksiklik. Bunu gidermeye çalışacağım. Çünkü çağdaş ve popüler yazarları okumaktan edebiyatımızın temelini atan değerli yazarlara fırsat gelmiyor.

17 Kasım 2023 Cuma

Yanmak

 Yanmaktan korkarız. Kutsal kitaplarda bile günahkarların cehennemde yanarak cezalandırılacağı anlatılır. Peki yanmak gerçekten kötü bir şey midir. Ben insanları muma benzetirim. Ruhumuz fitilin ucundaki alev bedenimiz ise mumdur. Mum niçin yaratılmıştır? Yanıp etrafını aydınlatabilmesi için. Biz bu dünyaya ışık vermek için geldik. Diğer insanların zihinlerindeki karanlığı aydınlatabilmek ders olmak için. O yüzden mum gibi yanmalı alev almalıyız. Işığımızla aydınlatabileceğimiz zihinler yetiştirdiğimiz evlatlarımız da olabilir, komşumuz da olabilir, dostumuz da olabilir. Biz ışık verip bir mum gibi erirken ömrümüz geçip gider. Bir mum gibi eriyip kendi üzerimize akarız kısalırız kısalırız ve bir gün eriyip bitip yok oluruz. Ama fitilini tutuşturduğumuz diğer mumlar ışık vermeye devam ederler. Işık Tanrısal bir ruhtur. Yanmaktan korkmamalıyız. Başımıza gelen kötü olaylar, ölümler, hastalıklar, kayıplar, kazalar, belalar... Bunlar bizim ciğerimizi yakar, bizi üzer. Ama aslında hayat denen yolculukta karşılaştığımız her musibet bizi olgunlaştırır. Fitilimizin ucuna değen bir ateş gibi bizim birer mum olarak etrafımıza ışık vermemize vesile olur. Eriyip bitmeden bir rüzgar çıkar, karanlık bir el gelir ve alevimizi söndürebilir. Hayatta bizi zorlayan sınavlar yardımıyla tekrar alevimizi yakar ışımaya devam ederiz. Kazasız ve belasız kalsak bile biz ateşten korkmamalı sönmüş alevimizi yeniden yakmalıyız. Cennete girecek insanlardan hiç biri olmasınki şu dünyada yanma duygusunu tatmasın. İnsanlar dertlerle, sınavlarla olgunlaşır ve ciğeri yanarak, manevi anlamda yanarak olgunlaşır ve ahiretini kazanır. Sevgili okur şunu unutma: Sen bir mumsun ve bu dünyaya yanıp karanlığa ışık olmak için geldin.

14 Kasım 2023 Salı

Türkiye'nin Bölünme Senaryosu

 Dün sinemaya gittiğimde film öncesi bir reklam gösterdiler. İstanbul'da hizmet veren Canada Okullarının reklamıydı. Reklamda ilk okul çağından lise çağına kadar olan çocukların okulda ders yaparken mutlu halleri gösteriliyordu romantik bir müzik eşliğinde. Reklamın sonunda " Kanada üniversitelerine sınavsız geçiş ve Kanada vatandaşlığı için kolaylık " gibi kavramlardan bahsedildi. Ülkemizde başka bir ülkeye göç etme vatandaşlık alma propagandası yapılıyor. İyi eğitim almış insanlarımız kapağı yurtdışına atmanın yollarını arıyor. Yabancı bir okulun sinemada oynayan reklamında bile çocuğunuzu kanada sistemine göre yetiştirin ve büyüyünce vatandaşlık alma işlemi kolay olsun deniliyor. Peki giden iyi yetişmiş parlak beyinlerimizin yerine kim geliyor. Suriyeliler ve Afganlar. Meziyetsiz ne idüğü belirsiz bir güruh ile ülkemiz sessizce işgal ediliyor. Şam'dan sonra en büyük Suriyeli şehri İstanbul oldu. Fatih'de Suriyeli mahallesi var, tabelalar Arapça. Türkiye'deki Suriyelilerin doğum oranı Türklerin doğum oranını geçti. Türkiye' de yaşayan Suriyelilerin televizyonları var, radyoları var. Suriyeli iş adamları derneği var. Suriyeli müteahhitler var, holdingleşen Suriyeli var. 2017 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinde 351 bin asker varken Türkiye' de askerlik çağında 425 bin Suriyeli yaşıyor. Yani Türkiye'de Türk Silahlı Kuvvetleri mevcudundan daha fazla sayıda eli silah tutacak yaşta Suriyeli var. Bu bilgiler Yılmaz Özdil'in gaslight kitabından.Tehlikenin farkında mısınız? Bugün 13 milyon olan mülteci sayısı yeni doğumlarla birlikte 20 yıl içinde 25 milyona çıkacak. Demografik yapımız değişecek. Kültürel tartışmalar çıkacak. Ülkemize sızacak ajanlar belki Türk kızlarını öldürüp, tecavüz edecekler ve suçu Suriyelilere atacaklar. Milliyetci kesim galeyana gelecek ve kan dökükecek. Bu durum iki yüzlü batı basınında Türkler araplara soykırımda bulunuyir diye haber yapılacak. Ve ABD Suriyelileri kurtarmak için Türkiye'ye müdehalede bulunacak. Talibandan kaçan ve ülkemize Afgan mülteciymiş gibi sızan CIA dan maaş alan Afganlar ve Suriyeli çeteler silahlı isyan çıkaracaklar. Güneydoğumuzda devlet oluşumunu tamamlamış PKK lı milisler aynı anda saldıracak. Aynı anda ABD işgaline, arap iç isyanına ve PKK saldırısına karşı koyamayan ülkemiz sonunda bölünecek. Ben böyle bir kıyamet senaryosu düşündüm. Bunu geçen yaz da yazmıştım. Acaba devletimiz bunları düşünüyor mu?

13 Kasım 2023 Pazartesi

The Marvels

 Artık müslüman bir marvel kahramanı var. Merak ettiniz değil mi? Sizi biraz meraklandıracağım. Biliyorsunuz Marvel'in yeni kadın kahramanı Captain Marvel 2019 yılında beyaz perdede seyirciyle buluşmuştu. Bilirsiniz erkeklerin tekelinde olan süper kahraman dünyasının kaderini bir kadın süper kahraman olan Captain Marvel'le değişmişti. Hatta filmi seyreden anlı şanlı yazarlar Hollywood'un bu filmle bir kadın açılımı yaptığını yazmışlardı. Captain Marvel'in devam filmi olan The Marvels geçen cuma vizyona girdi. Bende soluğu sinemada aldım. Bu filmde Captain Marvel kendisi gibi süper güçlere sahip iki kadın kahramanla üç kişilik bir kızlar takımı kuruyor ve dünyayı kurtarıyor. Captain Marvel'ın yeni takım arkadaşlarından biri liseli Kamala adında bir kız. Kamala'nın ailesi müslüman. Filmin başında Kamala'nın evinin duvarında Arapça bir Allah yazısı görünüyor, abisi Nick Fury'nin uzay istasyonunda gördüğü enfes uzay manzara karşısında sübhanallah diyor, filmin sonlarına doğru parçalanan uzay istasyonundan bir tahliye kapsülüyle kaçarken Kamala'nın babası La ilahe illalah muhammeden resullah diye defalarca bağrıyor ve Nick Fury " Ne o dua mı ediyorsun? Etmeye devam çünkü buna çok ihtiyacımız var" diyor ve son olarak Kamala dünya için tehlikeli olan uzaydaki yırtığı özel güçleriyle kapatmadan önce bismillah diyor. Anlıyacağınız bu filmde Hollywood bir müslüman açılımı yapmış ve İslami sözleri karakterlerine film boyunca söyletmiş ve tarihte ilk defa müslüman kadın bir süper kahramana dev bütçeli filminde yer vermiş. Bu beni umutlandırdı. Ama yine de bi o kadar temkinliyim. Soğuk savaştan sonra tek kutuplu dünyada kendine terörist İslam düşmanı yaratan ABD acaba rota mı değiştiriyor ve bu ilk adımı Hollywood'la mı yapıyor. Bekleyip göreceğiz...

12 Kasım 2023 Pazar

gaslight

 Yılmaz Özdil'den yakın Türkiye tarihine ışık tutan harika bir kitap. Özdil bu kitabında 2002-2023 yılları arasında AKP iktidarında yaşanan Cumhuriyetin yavaş yavaş nasıl itibarsızlaştırıldığını, laikliğin yok edilmeye çalışılıp yerine şeriat tohumlarının ekildiğini, üstü kapatılan ve yada sıradanlaşan yolsuzlukları, tutarsız zik zaklı dış politikamızı, iktidarının ilk yıllarında Hoca efendi iken çıkarlar çatışınca nasıl FETÖ olduğunu,Erdoğan'a seçim kazandırmak için dizayn edilen ve içi boşaltılan CHP'yi 2002 den başlayarak yıl yıl kronolojik olarak bir tarih kitabı düzeninde anlatıyor. Bu kitap ileride ülkeyi yönetecek genç nesillere " Ülke yönetilirken hangi vahim hatalar yapılmamalı " şeklinde bir ders kitabı olarak sunulacaktır kanımca. Özdil kitabın adını neden gaslight koyduğunu şöyle açıklıyor " İnsan zihninde gerçeğin yerine gerçek olmayanı koymaya, yanlışı doğruymuş gibi inandırmaya deniyor, gaslight...Hiç yaşanmamış olayları yaşanmış gibi gösterip, somut olarak yaşanmış olayları hiç yaşanmamış gibi kabul ettirmeye deniyor. Cunhuriyetimizin yüzüncü yılında, hepimizin gözünün içine baka baka, usul usul, sinsi sinsi, adım adım, bambaşka bir cumhuriyeti işte bu algı yöntemiyle monte ettiler. Başlığı niye İngilizce yazdın diye merak edebilirsiniz. Çünkü bu kavramın Türkçe karşılığı yok. Ama aslında, bizatihi Türkiye'nin özeti!"

11 Kasım 2023 Cumartesi

Çeşme

 Mehmet ilk okul üçe gidiyordu. Abisi ise orta okula. Doksanların başıydı. Tüm dünyada Ninja Kaplumbağalar fırtınası esiyordu. Türkiye'deki çocuklar da bundan nasibini almıştı. Her çocuk büyülenmiş gibi televizyonun karşısına geçiyor ve Ninja Kaplumbağaların çizgi filmini seyrediyordu. Mehmet' de öyle. Doktor olan babasının maaşının yarısı Ninja Kaplumbağalar oyuncaklarına gidiyordu. Mehmet okuldan geldikten sonra içi oyuncak dolu torbayı misafir odasının halısının üzerine boşaltıyor ve mutlu, hayal gücüyle dolu bir oyuna dalıyordu. Evet demin misafir odası dedim. Seksenlerin, doksanların çocukları hatırlayacaktır. O yıllarda; yatak odaları, salon haricinde evlerde bir de en güzel mobilyaların küçük bir servet ödenip yerleştirildiği, içinde gümüşler porselen takımlarının bulunduğu yine çok pahalı duvardan duvara ahşap oymalı vitrinlerin bulunduğu, sürekli kapalı tutulan bayramdan bayrama misafirlerin ağırlandığı yada evin hanımlarının iki ayda bir sıra kendilerine gelince diğer evli ve çocuklu arkadaşlarını altın gününde ağırladığı mekanlardı evlerin misafir odaları. Abisi Mehmet'den dört yaş büyüktü ama Mehmet'in misafir odasındaki oyunlarına o da katılırdı. Ninja Kaplumbağa oyuncağı alınırken iki kardeşe de aynı anda alınırdı. Mehmet Leonardo ve Donetello figürlerini almıştı, abisi ise Michelangelo ve Raphael. Abisi kahraman ninja kaplumbağaların hocası Fare-insan splinter figürünü almıştı, Mehmet ise kaplumbağaların ezeli düşmanı kötü kalpli Shredder figürünü. Mehmet okuldan gelip beyaz yakalı mavi ilk okul önlüğünü çıkardıktan sonra annesinin hazırladığı öğlen yemeğini yer sonra hemen oyuncaklarıyla oyuna dalardı. Oyuncak figürlerine her gün başka bir senaryo yazar, onları birbirleriyle konuşturur ve savaştırırdı. Tıpkı her gün televizyonda seyrettiği çizgi filmdeki gibi. Mehmet ilerde büyüyüp yazar olduğundan küçükken kurguladığı oyunların ve kullandığı hayal gücünün çok faydasını görecekti. Birde her sokak başında açılan atariciler furyası vardı. Ama hafta içi okul günlerinde atari salonuna gitmesi yasaktı. Abisiyle beraber cumartesi sabahları gider, harçlığıyla aldığı bi avuç dolusu jetonları oyun makinasına atar Street Fighter'da Ryu ile adu ket, har yu ket, tak tak bulu ket çeker, Robocop ile kötüleri öldürürdü. Bir de tek kanallı TRT devrinden sonra açılan ilk özel televizyon kanalı Star tv de A Takımı, Mc Gaywer gibi vurdulu kırdılı aksiyon dizilerini seyrederdi. Çocuktu işte... Oyuncaklar, atari oyunları ve diziler arasında geçen bir hayat yaşıyordu. Ama Mehmet aynı zamanda sosyaldi. Okulun folklor ekibinde yer alır, 29 Ekim ve 23 Nisanlarda kafkas kıyafetlerini giyer ve arkadaşlarıyla birlikte şehir stadyumunda binlerce kişiye gösteriler yaparlardı. Yirmi kişilik folklor ekibinde kız ve erkekten oluşan on çift bulunurdu. Mehmet kendi sınıfında okuyan dans partneri bir kıza aşıktı. Sarı saçlı, ela gözlü cennet yüzlü bir kızdı. Mehmet henüz dokuz yaşında olduğu için ve hayatında ilk kez aşk denilen duyguyu deneyimlediği için nasıl davranması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Okulda Gamze'ye kaçamak bakışlar atarak onu görünce kalbinde hissettiği sevgi duygusu o yaşta onun için yeterli oluyordu. Mehmet ilk okul ikiden üçe geçtiği yıl bir takım sorunlar yaşamaya başladı. Önce okulda tahtada öğretmenin yazdığı yazıları okuyamamaya başladı. Yazılar bazen bulanıklaşıyordu. Sonra çocuk parkında oynadıktan sonra eve dönerken yolda kuyular açıldığını hissetti. Kaldırımda ansızın açılan kuyular. Muhtemelen ona öyle geldi. Ama ailesine " Yolda karanlık kuyular açıldığını gördüm " demişti. Babası doktordu ve Mehmet'i kendi doktor arkadaşlarının muayenehanesine götürdü. Doktorların Mehmet'in babasına söylediği " Bi boku yok. Annesinin ilgisini çekmek için yapıyor " Mehmet'in şikayetleri 1991 Sonbaharında başladı ve 1992 baharı gelmişti. Bir gece Mehmet ağlayarak uykusundan uyandı. Bas bas bağırıyordu ve tam bir korku krizindeydi. Tüm ev halkı uyandı ve ışıklar yandı. Küçük Mehmet'e annesi sarıldı ve zor zakinleştirdi. Mehmet'in neden korktuğuyla ilgili ailesine yaptığı açıklama: "Balkona Batman gelmişti ve beni götürecekti " 92 Martında bir salı günü Mehmet okuldan geldi, " Çok yorgunum " dedikten sonra salondaki üçlü divana yattı ve hava kararıncaya kadar tam yedi saat hiç uyanmadı. Annesi bir şeylerin ters gittiğini anladı ve ortalığı birbirine kattı. Akşam Evde Babası ve çocuk doktoru arkadaşı vardı. Çocuk doktoru yeni aldığı ve kutusundan henüz çıkardığı tansiyon aletiyle Mehmet'in tansiyonunu ölçtü. Çıkan sonuç karşısında gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Çocuğun tansiyonu anormal şekilde yüksekti ve durumu Mehmet'in babasına fısıldadı. Muayeneden sonra Mehmet üçlü koltukta yatmaya devam etti babası ve babasının dojtor arkadaşı ( Eşiyle birlikte gelmişti ) misafir odasında rakı içtiler. 


   Ertesi sabah Mehmet'in annesi ve babası büyük bir kavgaya tutuştu. Annesi " Ben Mehmet'i İstanbul'daki Güntekin Toroğlu hocaya götürecem " dedi. Babası " Eğer bunu yaparsan seni boşarım " diye tehdit savurdu. Sonuçta annenin dediği oldu ve öğlen vapuruyla İstanbul'a geçtiler. O zamanlar deniz otobüsleri yoktu veya sefer saatleri seyrekti. İstanbul'a üç saatte ulaştılar. Vapur adalara uğramıştı ve Marmara'nın sularını aheste aheste aşmıştı. Vapur titreye titreye Karaköy iskelesine yanaştı. Bir taksiye bindiler ve Nişantaşı'ndaki Güntekin hocanın muayehanesine gittiler. Çok sıra vardı. Belki iki buçuk saat beklediler. Sonunda Güntekin hoca onları buyur etti. Çocuğa soyun dedi. Mehmet soyundu. Birtek külotuyla kalmıştı. O sabah külotunu ters giydiğini anladı. Önünü arkasına arkasını önüne. Güntekin hoca Mehmet'e talimatlar verdi ve birtakım fiziksel hareketler yaptırdı. Çıplak çocuğu beş dakika muayene etti. Sonra " Kıyafetlerini giyebilirsin yavrum " dedi. Mehmet'in anne ve babası merakla Gündüz hocanın teşhisini bekliyorlardı. Sonunda hoca konuştu" Yavrumuzun beyninin sağ tarafında bir kistten şüpheleniyorum " dedi. Bu haber karşısında Mehmet'in ailesi kederlendi. O akşam Çapa Tıp Fakültesine gitmeye karar verdiler. Daha ileri tetkikle vaziyetin anlaşılması için. Ama öncesinde Mehmet " Oyuncak alalım " diye tutturdu. Babası " Şimdi bunun sırası mı? " diye söylendi. Annesi " Çocuk kötü haber aldı. Ona moral lazım. Çocuğun psikolojisinden hiç anlamıyorsun " diye kocasına gürledi. Sonuçta Nişantaşı'ndaki Dünya Gençlik Merkezi adlı oyuncakcıya gittiler. Mehmet ortamdan büyülenmişti. Hayatında ilk defa bu kadar çok oyuncağı bir arada görüyordu. Bir müze gezer gibi yarım saat oyuncakçıda dolandı. Sonunda o dönemin modası olan el atarilerinden bir tanesini beğendi. Ninja Kaplumbağalar oyunuydu. Mehmet dokuz yaşında küçücük bir çocuktu ve kendisine koyulan teşhisin vahametini idrak edememişti. O yeni bir atarisi olduğu için mutluydu. Bir taksiye atlayıp Çapa'ya gittiler. Çapa'da tek kişilik bir odaya yerleştiler. Tomografi için sıra aldılar. Çok sıra vardı ama Güntekin hocanın referansıyla geldikleri için Mehmet'i uygun bir anda araya sıkıştıracaklardı. Babası Çapa yakınında oturan annesinin evine gitti. Mehmet ve annesi ise hastane odasında başbaşa kaldılar. Gece birde annesi Mehmet'i uyandırdı. " Yavrum hadi tomografi çektireceğiz " dedi. Hemşire önde Mehmet ve annesi peşlerinde gece vakti Çapa'nın labirent gibi bahçesinde binaların arasında bir süre yürüdükten sonra tomografi binasına girdiler. Mehmet'in beyin tomografisi çekildi. Sonucu ertesi gün aldılar ve hastaneden ayrıldılar. Beynin sağ tarafında mandalina büyüklüğünde bir kist vardı. Mehmet'in babası dahil Yalova'daki saftirik doktorlar bunu altı ay boyunca anlayamamış ve " Bi boku yok. Annesinin ilgisini çekmek için uyduruyor" diye küçücük çocuğun günahını almışlardı. Ancak efsane boşuna olunmuyordu. Güntekin hoca çocuğu beş dakikada muayene ederek hiç bir tetkik ve tahlil yapmadan cihazsız bir şekilde " Beyninin sağ tarafında bir kist var " demişti. Yoksa Güntekin hoca tıpkı süpermen gibi duvarların ve maddelerin ötesini mi görebiliyordu acaba? O gün hastaneden çıkınca Mehmet'in babannesine gittiler ve geceyi orada geçirdiler. Mehmet yaşıtı kuzenleriyle oynadı. Ertesi gün Maçka'daki bi çocuk doktoruna gittiler. Doktor İnan tomografiyi inceledi ve " Müdahale gerekiyor size Marmara Üniversitesindeki Türkiye'nin ilk çocuk beyin cerrahı Onur Günaydın'ı tavsiye ediyorum " dedi. Taksiye atladılar ve Boğaz köprüsünden geçip Anadolu yakasındaki hastaneye gittiler. Onur hocanın odasının önünde bi kaç saat beklediler. O esnada yaşadıkları rahatsızlıktan ötürü kafaları su toplamış ve şişmiş bir kaç çocuk gördü Mehmet. Onlar da Onur hocayı bekliyordu. Mehmet yamru yumru şiş kafalı çocukların görüntüsünden çok korkmuştu. Ve onlar yakındayken onların su toplamış kafasını görmemek için gözlerini sımsıkı yummuştu. Onur hoca ameliyattaydı ve o gün gelmeyecekti. Yalova'ya döndüler. 


Bir kaç gün sonra Marmara Üniversitesindeki Onur hocadan randevu aldılar ve tekrardan İstanbul'a gittiler. Mehmet, anne babası ve annesinin babası dedesi vardı. Dördü sabah erkenden hastanenin bahçesinde buluştular. Çocuk beyin cerrahı Onur hocayla yapacakları görüşmeye dedesi Süleyman bey de katılmak istemişti. Dedesi de doktordu. Bir kadın doğum uzmanıydı. Atmışlı yaşlarında halen özel bir polikilinikte görev yapan eski toprak bir doktordu. Onur hoca geldi ve odasına girdiler. Onur hoca ihtisasını Amerika'da yapmış tel çerçeveli gözlüğünün ardında sevecen bakışlar barındıran esmer sempatik bir adamdı. Genç bir adamdı. Kırklarındaydı. Mehmet'in beyin filmini aldı ve duvarında asılı duran florasanlı düzeneğe sıkıştırdı. Düğmeye basıp cihazın beyaz ışığını açtı ve Mehmet'in beyin filmi arkadan gelen ışıkla aydınlandı. Onur hoca filmi inceledi ve sonrasında " Beynin sağ tarafında beyin zarıyla kafatası arasında mandalina büyüklüğünde bir kist görünüyor " dedi. " Şimdi hastamız büyük olsa kendini koruyabilir derdim. Amca hastamız bir çocuk ve oyun oynayacak, hoplayacak zıplayacak... Kafasının içinde böyle bir kist taşıması risk teşkil edecek. Bence ameliyat edelim ve çocuğumuz kurtulsun. Kararı size bırakıyorum " dedi. Onur hoca çok ikna edici konuşmuştu. Aile kendi arasında küçük bir toplantı yaptılar. Son olarak Mehmet'e görüşünü sordular. Mehmet " Ameliyat olmak istiyorum " dedi. Kararlarını doktora bildirdiler. Onur hoca " Sizi ameliyat programıma dahil edecem ve net tarihi bir iki hafta içinde bildirecem " dedi. Yalova'ya döndüler. Mehmet uzun süredir okuldan ve arkadaşlarından uzak kalmıştı ve daha da kalacaktı. 23 Nisan tarihi gelmişti. Çocuk bayramıydı ama Mehmet buruktu. Çünkü 23 Nisanlarda kafkas kıyafetlerini giyip arkadaşlarıyla birlikte şehrin içinden geçit yapıp şehir stadyumunda binlerce kişiye gösteri yapamayacaktı. Mehmet bu yüzden bu bayram mutsuzdu. Çünkü hastaydı. Evde " Ben arkadaşlarımın geçitini seyretmek istiyorum " dedi. Annesi " Tamam yavrum abinle beraber gidin " dedi. Mehmet abisinin elinden tutup ilk okulun oraya gitti. Okulun karşı kaldırımında beklemeye başladı. Bir süre sonra öğrencilerden oluşan trampet takımı müzikler çala çala okuldun ayrıldılar. Mehmet mahsun gözlerle arkadaşlarının geçip gitmesini izledi. Çok yakın bir zamanda ciddi bir beyin ameliyatına girecekti. Ameliyattan ya sağ çıkamazsam diye düşündü. Belki bu arkadaşlarımı son görüşümdü diye düşündü. Abisi Mehmet'in hüzünkendiğini fark etti ve " Gel oyuncakcıya gidelim " dedi. Çocuk aklı işte Nehmet her şeyi bir anda unutup sevinçle oyuncakcıya gitti. Abisi küçük kardeşine bayram hediyesi olarak uzaktan kumandalı kırmızı renkli bir Ferrari aldı. Mehmet yeni oyuncağını çok sevmişti ve tüm gün arabasıyla oynadı. Akşamleyin telefon çaldı. Onur hocanın asistanı 29 Nisan pazartesi günü ameliyatın yapılacağını bildirdi ve pazar günü hastaneye yatış yapmalarını istedi. Haberi duyunca Mehmet içinde buz gibi bir korku hissetti. Bir hafta içinde ameliyat olacaktı hemde beyninden. 


   28 Nisan pazar günü Marmara üniversitesine gittiler. Hasta odasına yerleştiler. İçinde tuvaleti olan televizyonlu manzaralı güzel bir odaydı. Dedesi elinde bir poşetle odaya girdi. " Anneannenden sana bir hediye " dedi. Mehmet heyecanla poşeti açtı ve içinden Ninja Kaplumbağaların minibüsü çıktı. Bu harika bir oyuncaktı. Yeşil sarı renkli bir minibüstü. İçine dört kaplumbağayı alacak kadar genişti. Silahları vardı. Mehmet çok mutlu oldu. Geceyarısı Mehmet uyurken kapı tıklandı. Annesi uyandı ve kapıyı açtı. Onur hocanın asistanı gelmişti. Elinde bir kağıt ve tükenmez kalem tutuyordu. Asistan gayet soğuk bir şekilde " Eğer yarın Onur hocanın oğlunuzun beyin ameliyatını yapmasını istiyorsanız bu senedi imzalayın " dedi. Annesi çok şaşırdı. Kendi kendine " Eğer doktor yakını bir hastaya bu muameleyi yapıyorlarsa vay normal vatandaşın haline... " dedi. Senedi imzaladı. 


Ertesi sabah Mehmet uyandı. Anneannesinin hediyesi oyuncak minibüsle biraz oynadı. Daha sonra odaya bir hemşire geldi ve " Ameliyat vakti geldi " dedi. Odaya tekerlekli bir sedye getirdiler birde yeşil bir hasta önlüğü. Mehmet soyundu ve yeşil önlüğü giydi. Sedyeye uzandı. Hasta bakıcı sedyeyi iteklemeye başladı. Koridora çıktılar, asansöre girdiler, tekrar koridora çıktılar ve ameliyataneye girdiler. Ameliyathanede operasyonun yapılacağı diğer sedyeye uzandı. Tepesinde gözünü alan güçlü bir ışık ve ışığın etrafında tepeden kendine bakan kafalar görüyordu. Üşüdüğünü hissetti. Acaba bu üşüme çıplak vücuduna giydiği her tarafı açık önlük nedeniylemiydi, yoksa ameliyattan korkmasının neden olduğu bir üşümemiydi. Galiba ikincisi. Mehmet korkuyordu. Kendisini bir bilinmezlik bekliyordu. Birazdan narkozun etkisiyle uyuyacak ve sonrasında tehlikeli bir beyin ameliyatı geçirecekti. Ya bi daha uyanamazsa... Ya bu ameliyat masasında kalırsa... Mehmet çıplak ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Tıpkı botları ve çorapları olmadan yalın ayak karların üstüne basıyormuş gibi. Narkozu aldı, son hatırladığı şey kendisine tebessüm eden doktorun bulanık yüzüydü. Ve ne olduğunu anlamadan uykuya daldı. Ameliyat tam sekiz saat sürdü. Doktorlar ameliyatanenin kapısından başlarını çıkartıp hemşirenin tuttuğu kutu meyva suyunu kamışla içip tekrar ameliyata dönüyorlardı. Dokuz yaşındaki çocuğun başının sağ tarafını tıraşladılar, bir hilal şeklinde önce kafasını, sonra kafatasını kestiler, içerdeki mandalina büyüklüğündeki kisti çıkardılar ve sonra zımbayı andıran metal agraflarla kafasını diktiler. 


Mehmet gözlerini yoğun bakımda açtı. Ne olduğunu anlamadığı dıt dıt diye kulağına sesi gelen ekranlarında bir takım grafiklerin ve anlaşılmaz dijital rakamların olduğu cihazlar vardı etrafında. Gözüne odanın karşı tarafında yataklarında yatan ihtiyar hastalar ilişti. Çok susamıştı. Nihayet bir hemşire geldi. " Su-su-sadım " dedi. Hemşire " Su içemezsin. Eğer tersine kaçarsa ve öksürüp, öğürürsen kafandaki dikişler patlar " dedi. " Ama çok susadım " Mehmet'in dudakları kurumuştu. Hemşire birazdan elinde bir pamukla geldi. Pamuk ıslaktı. " Bunu emebilirsin " dedi. Mehmet çaresiz dudaklarının birazcık nemlenmesi için pamuğu emdi. Pamuktan dudaklarına nüfuz eden nem ona az da olsa iyi gelmişti. Biraz sonra karşı yataktaki yoğun bakım hastası titreyerek ve kasılarak bir kriz geçirdi. Hemşireler ihtiyar adamın başına toplandı, müdahale ettiler. Mehmet ilk defa böyle bir manzara görüyordu. Çocuk ruhuyla korktu ve ağlamaya başladı. Hemşire ablası yine yanına geldi ve " Ne oldu canım? " dedi. " Oradaki amcadan korktum " dedi. Hemşire ablası yatağını tüm yoğun bakımdan bir bölme gibi ayıran perdeyi çekti. Şimdi olmuştu. Mehmet kendisini ürküten diğer hastaları görmüyordu. Mehmet yine susamıştı. Hiç bu kadar susadığını hatırlamıyordu. Ama su içmesi yasaktı. Hemşire ablası yine geldi ve ıslak pamuk getirdi. Çocuk yine pamuğu emdi. " Ne zaman su içebileceğim? " diye sordu. " Yarın " dedi. " Çişim geldi " dedi. Hemşire ablası ona pipisinin ucunda bir sonda takılı olduğunu ve rahatca çişini yapabileceğini söyledi. Mehmet çişini yaptı. Yatağın kenarında asılı duran torba sidikle doldu. Ama çişini yaparken pipisi yanmıştı. Şu sonda denilen şeyin ucu pipisinin deliğinden içeri girmişti. Mehmet sondadan rahatsız oldu. Tekrardan hemşire ablasını çağırdı. Sondayı işaret ederek " Bunu çıkartabilir miyiz pipimi acıtıyor " dedi. Hemşire dediğini yaptı. Mehmet'in gözü tepesindeki cihazın ekranındaki dijital rakamdaydı. 24.00 ' ı gösteriyordu. Hemşireyi çağırdı ve cihazdaki rakamı göstererek " Hemşire abla saat gece yarısı oldu yani yeni güne girdik artık su içebilir miyim " dedi. Hemşire tebessüm ederek başını salladı " O cihazdaki saat değil vücudunun değerini gösteriyor. Üstelik ben yarın derken yarın sabahı kastetmiştim " dedi. Mehmet ağlamaya başladı. Mehmet çocukken yoğunbakımda yaşadığı susuzluk yüzünden ömrü boyunca evinde büyük bir şişe bulunduracak ve bardak yerine suyunu büyük şişeden içecekti... Kırk yaşında koca bir adam olduğunda bile.Biraz süre geçti ve yine çişinin geldiğini söyledi. Hemşire plastik bir ördek getirdi ve çişini ördeğe yaptı. Sonrada uykuya daldı. 


Ertesi sabah uyandı. Yine vücuduna bağlı olan cihazların dıt dıt sesleri kulağına geliyordu. Önce dedesini gördü. Dedesi ona gülümsüyordu. Sonra babası geldi ardından annesi. Bitkin bir şekilde yatakta yatıyordu. Annesini görünce " Anne bana su vermiyorlar " diye ağlamaya başladı. O esnada yanlarında ameliyatı yapan doktor Onur vardı. Annesi yavrusunun serzenişini duyunca çileden çıktı. Doktora dönüp " Su vermiyorlarmış " diye bağırdı. Kadını zor sakinleştirdiler. Öğlen oldu. Nihayet yasak kalktı ve çocuğa su verdiler. Mehmet suyu kana kana içti. Ardından hemşire ablası bir kase çorba getirdi. Mehmet neredeyse yirmi dört saattir açtı. O çorba tarhana çorbasıydı ve soğuktu.Mehmet tarhana çorbasını sevmezdi ama o çorbayı öyle bir iştahla yedi ki... Mehmet'in 1992 yılında Marmara Üniversitesi hastanesinin yoğun bakımında dokuz yaşındayken içtiği o buz gibi çorba ona hayatı boyunca tattığı en lezzetli yemek olarak gelecekti. Kırk yaşına gelip koca bir adam olduğunda bile o soğuk çorbanın muhteşem tadını unutamayacaktı. Öğleden sonra oldu. Hemşire ablası yanına gelip müjde verdi. " Mehmetcim hadi odaya çıkıyorsun " Mehmet'i yatağından kaldırdılar ve bir tekerlekli sandalyeye oturttular. Mehmet sandalyeye oturunca korkunç bir baş dönmesi yaşadı ve zeminin ayaklarının altından çekildiğini ve dünyanın alt üst olduğunu hissetti. Hemşire ablasına " Ba-Başım dönüyor " diyebildi. Hemşire ablası " Korkma canım normal birazdan geçer " dedi. Geçti de. Mehmet'i odasına götürdüler. Odada tüm ailesi vardı. Yalova'dan abisi de gelmişti. Abisini görünce çok sevindi. Abisi ona bir G.I.JOE askeri getirmişti. Bu paraşütlü bir askerdi. Abisi " Yalova'ya gelince askeri balkondan aşağı atarız ve paraşütüyle yere inmesini seyrederiz " dedi. Mehmet " Tamam abi " diye güldü. Abisi anne-babalarını kaybettikten sonra gelecekte Mehmet'in maddi-manevi olarak hayattaki en büyük destekçisi olacaktı. Küçükken didişseler de büyüdükten sonra Mehmet abisi Osman'a her zaman büyük bir saygı ve sevgi duyacaktı. Mehmet akşam olduğunda nihayet sıcak bir yemeğe kavuştu. Afiyetle yemeğini yedi. Gece olunca da huzurlu bir uykuya daldı. 


   Sabahleyin uyandığında odada annesi vardı. Mehmet tuvalete gitmek istedi. Yataktan kalktı ve yavaş adımlarla odanın içindeki tuvalete doğru yürüdü. Kapının yanındaki elektrik düğmesine bastı ve tuvaletin ışığı yandı. Lavaboya doğru yürüdü. Musluğun üstündeki aynada yansımasını görünce dona kaldı. Başının sol tarafında saçları duruyordu. Ama kel kalan başının sağ tarafında alnının üzerinden kulağına kadar inen kocaman bir yara, yaranın üzerinde metal zımbalar. Suratının sağ tarafı şişmiş yamru yumru deforme bir görüntüye sahipti. Sağ gözü şişlikten ötürü neredeyse kapanmıştı. Küçük çocuk aynadaki feci görüntüden korktu ve ağlamaya başladı. Annesi geldi. " Anne yüzüm, yüzüm... " diyebiliyordu sadece. Yatağına gitti ve başını yastığa gömüp hüngür hüngür ağladı. Yüzündeki şişlik ve deformasyon bir kaç güne düzelecekti fakat küçük çocuk yüzünün içler acısı halini görünce çok üzülmüştü. Uzun süre aynaya bakamadı. Altıncı gün hastaneden taburcu oldu. Yalova'ya döndüler. Birkaç arkadaşı ve aile dostları ziyarete geldi. Yatağının başının yanındaki duvarda duvara monteli bir kitaplık vardı. Eskiden Mehmet başını o tarafa koyardı. Ama kitaplık bir kaza sonucu ameliyatlı başının üzerine düşebilir diye başını yatağın ayak ucuna koymaya başladı. Annesi birde başını uyurken pencere altındaki radyatöre çarpmasın diye o yana koruyucu amaçlı bir yastık daha koymuştu. Mehmet'in ameliyatlı başını koruması gerekiyordu ve bu koruma yıllarca sürecekti. 


   Mehmet'e ameliyattan sonra hep hayalini kurduğu oyun bilgisayarını aldı ailesi. Amiga 500. Mehmet ve abisi çok mutlu oldu. Abi kardeş sürekli bilgisayar oyunu oynadılar. Taburcu olduktan iki hafta sonra tekrar hastaneye gittiler. Başındaki dikişler alınacaktı. Mehmet bir pansuman odasına girdi. Asistan doktor alacaktı dikişleri. Başının üzerinde bir lamba yaktı. Bu ameliyathanelerdekine benzeyen ayaklı bir lambaydı. Güçlü beyaz bir ışık veriyordu. Yanındaki sehpada metal bir tas ve bir kerpeten duruyordu. Mehmet bir an metal tastaki kendi yansımasına baktı. Doktor kerpeteni aldı ve Mehmet'in başına yöneldi. O kerpetenle başında etine iki ayağıyla saplanmış metal zımbaları çıkartacaktı. Doktor kerpetenle birinci zımbaya asıldı ve başından söktü. Söktüğü zımbayı metal tasın içine attı. Çiling diye bir ses çıktı.Kerpeten her seferinde yırtıcı bir kuş gibi yaralı başına iniyor, başındaki zımbayı etinden söküp alıyor ve sonra avını metal tasa bırakıyordu. Metal tasa düşen zımba çiling diye bir ses çıkartıyordu. Çiling, çiling, çiling... Bu çok rahatsız edici bir süreçti. Sonunda bitti. O sabah Mehmet'in kafasından tam otuz iki metal zımba çıkartılmıştı. 


   Ameliyattan sonraki bir buçuk ay arkadaşlarının ve aile dostlarının ziyaretleriyle geçmişti. Mehmet bazen anne babasının koynunda uyuyordu.Ameliyattan sonra Mehmet uyku sırasında ufak epilepsi krizleri geçiriyor ve uykusunda sıçrıyordu. Ailesi başta çok endişelenmişti ama doktorlar ameliyat sonrası dönemde bunların olabileceğini söyleyince rahat nefes almışlardı. Bazen uykusunda sıçrayınca Mehmet bile uykusundan uyanıyordu. Aylar sonra okula döndüğünde sınıf arkadaşlarının yürekten gelen bir samimiyetle onu kucaklamalarını, ona sevgiyle sarılmalarını aradan yıllar geçse de unutamayacaktı. Birde bahçedeki çeşmeyi... Arkadaşları beden derslerinde hoplayıp zıplarken oyunlar oynarken o ameliyatlı başını koruyabilmek için beden derslerini okulun bahçesindeki çeşmenin başına oturup uzaktan kös kös izliyordu. Mehmet yıllar sonra Mısır'da kırk iki kilometrelik hayatının ilk maratonunun finişini geçerken çeşmenin başında ki o küçük çocukla helalleşti.


10 Kasım 2023 Cuma

Doğumgünü

 Bugün 10 Kasım. Atamızın öldüğü gün. Her 10 kasımda karmaşık duygular içinde oluyorum. Atamıza göz yaşı dökerken üzülüyorum ve doğum günüm olduğu için tebessüm ediyorum. Göz yaşlarımla tebessümüm birbirine karışıyor. Evet bugün benim doğum günüm. 1982 yılının 10 Kasımında saat dokuzu beş geçe sirenler çalarken annemi doğumhaneye almışlar. Ben doğmuşum. Adım Onur olmuş. Bugün 41 oldum. Bi kırk bir kere maşallahınızı alırım.

Kırklarına gelince ne mi oluyor? Her ne yaşamışsan yaşa beş yıl sonra gözüne önemsiz görünecek anlık problemleri beş dakikadan fazla düşünmemeye başlıyorsun. Biten hiç bir aşkın arkasından ağlamıyorsun. Yeniden defalarca sevebileceğinin farkında oluyorsun ve eğer şanslıysan ve doğru kişiyle karşılaşmışsan o kişiyle ömrünü geçiriyorsun. Evet yeniden defalarca sevebilmek... Çünkü aşk; ağaç ile yapraklarının muhabbeti gibidir. Hiç sonbaharda döküldü diye ağaç yeşilden vazgeçer mi? Biz bir ağacız. Aradığımız aşkın, sevginin ve mutluluğun yeşilliği içimizde. Bunları kendi içimizden ( gövdemizden ) doğurabildiğimizin idrakine varınca gerçekten yaşamaya başlıyoruz. Ve son olarak artık hiçbirşeyden korkmuyorsun. Sadece imansız gitmekten ve Allah'tan korkuyorsun. Onurlu oluyorsun. Menfaatin için ona buna yağ çekmiyorsun.Tek bir yerde eğiliyorsun. O da secdede...Kırklarına gelmiş ben gençliğime şunu söylemek isterdim:
Unutma sen hem yaysın hem oksun,
Eller seni çekti canını yaktı diye bozulma,
Uçmak, havayı yarıp rüzgarı hissetmek istiyorsan,
O yaydan fırlamak zorundasın evlat...
Hem gerilmek hem süzülmek hayat denen yolda,
Tekamülüne ulaşmak adına...

9 Kasım 2023 Perşembe

Erdoğan'ın IŞİD ile petrol ticareti

 Hafızanızı biraz zorlarsanız hatırlayacaksınız. 2015 sonbaharında sınırımızı kısa süreliğine ihlal eden bir Rus savaş uçağını F16 mız vurmuş ve iki Rus pilottan biri ölmüştü. Tayyip Erdoğan bu durumu halkın bir kesiminin milliyetci duygularını manipüle etmek isteyerek bir kahramanmış havalarına bürünerek " Sınırımız ihlal edilirse yine vururuz " ve " Kim olursa olsun bugün olsa yine düşürürüz " cümlelerini kurmuştu. Şaka değil Türkiye karşısına Rusya'yı almıştı. Erdoğan böyle bir kriz hakkında kibirli büyük laflar ediyordu. Galiba kendisi Rusya'yı tırışkadan bir devlet zannediyordu. Rusya lideri Putin bu uçak düşürülmesi olayını bir kenara yazmıştı. Rusya Türkiye'ye ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Turizm gelirleri bıçak gibi kesildi. Putin G20 zirvesinde şunları dedi " Türkiye, Rus uçağını IŞİD'le petrol ticaretini korumak için düşürdü, IŞİD ve diğer terör örgütleri tarafından kontrol edilen ham petrolün Türkiye topraklarına girdiğini kanıtlayan bulgular elde ettik, buradaki meslektaşlarımıza uzaydan ve uçaktan çekilen fotoğrafları gösterdim, yasa dışı petrol ticaretinin boyutlarını kanıtlayan fotoğraflar, tanker konvoyları kilometrelerce, Suriye ve Türkiye topraklarındaki bu petrol sevkiyat yollarının güvenliğini sağlamak için Rus uçağını vurduklarını düşünüyoruz, Türkiye'nin Suriye'deki Türkmenleri koruması elbette sadece bir bahane" Rusya savunma bakan yardımcısı Antanov daha vahim konuştu " Suriye'de teroristlerin gaspettiği petrol binlerce tankerden oluşan canlı boru hattıyla, üç güzergah üzerinden Türkiye'ye sevk ediliyor, Erdoğan ve ailesi bu petrol sevkiyatıyla ilişkili" Bu açıklamalardan sonra Ruslardan S400 aldık, Türkiye'de Ruslar nükleer santral yapmaya başladı, Erdoğan Rusya'ya gitti Putin'le görüştü. Rusya'dan Türkiye'ye doğalgaz hattı döşenmeye başladı vs... Başta Erdoğan " Sınırımız ihlal edilirse yine vururuz" diye kükrerken " Rus uçağının olduğunu bilseydik farklı davranırdık. Çok üzgünüz maalesef böyle bir şey oldu " diye miyavlamaya başladı. Putin Erdoğan'ın terör örgütü IŞİD ile petrol ticareti yaptığını afişe ederek Erdoğan'a satrançtaki tabiriyle ŞAH çekmişti. Bu olaydan sonra Erdoğan söylemini yumuşattı, Putin'e şirin gözükmeye çalıştı ve yönettiği ülkemizin dış politikasını Rusya ile stratejik iş birliğine çevirdi. Kafa kesen iki askerimizi canlı canlı yakan IŞİD terör örgütüyle karanlık ilişkileri olan ülkemizi terör örgütüyle gizli petrol ticareti yapması için alet eden Recep Tayyip Erdoğan'dan bir tek ben mi rahatsız oluyorum. Erdoğan yandaş medyasıyla halkı karedenizde gaz bulma, yerli otomobil TOGG haberleriyle uyuturken kendisi IŞİD gibi eli kanlı terör örgütleriyle gizliden iş tutuyor. Ve biz bu haberi Rusya devlet başkanı Putin'den öğreniyoruz. Yazıklar olsun!! Not: Okuduğunuz yazıdaki konu detaylı şekilde Yılmaz Özdil'in son kitabı Gaslight da ele alınıyor. 2002-2023 arası döneme ışık tutan harika bir kitap. Şiddetle tavsiye ediyorum.

6 Kasım 2023 Pazartesi

Kozmik Oda

 2009 yılıydı. İktidar ve FETÖ ozaman cankuştu. İktidar devletin yargısına, emniyetine ve büroksisine FETÖ cü kadroları tayin ediyordu. Ergenekon diye bir örgüt uydurdu yandaş basın. FETÖcü savcılar ve emniyet Atatürkçü askerlere operasyonlar yapmaya başlamıştı. Fetullah Gülen ile kanki olan Erdoğan " Ben bu davanın savcısıyım " gibi beyanatlar veriyordu. AKP li Bülent Arınç'ın evinin yakınında sivil bir araç içinde iki asker yakalandı. Üzerlerinden Bülent Arınç'ın evinin krokisi çıktığı iddia edildi. Askerlerin Ergenekoncu olduğu ve Bülent Arınç'a suikast hazırlığında olduğu söylendi. İşin aslı o iki asker karargahtan dışarıya bilgi sızdıran ve Bülent Arınç'ın eviyle aynı muhitte biriyle buluşan bir hainin takibindeydi. Ama konu dinci ve yandaş medyada Arınç'a suikast yapılacaktı diye ele alındı. Savcılık bunu bahane edip TSK'nın kozmik odasını aramak istedi. Kozmik oda retina taraması ve 17 haneli parola ile girilebilen ordunun kozmik bilgilerinin saklandığı çok önemli bir mekandı. Orada yurt dışında gizli görev yapan personelimizin kimlikleri, Türkiye'nin düşman tarafından işgal edilmesi halinde işgale nasıl karşı koyacağımızı, nasıl örgütleneceğimizi içeren çok gizli planlarımız yani kısaca kuvayi milliyemiz, direniş planlarımız vardı. Ve kozmik odadaki devlet sırlarımız Arınç'a suikast bahanesiyle orada arama yapan FETÖcü savcılar tarafından çalındı ve düşmanlarımıza iletildi. Tarihte böyle bir hainlik görülmemiştir. Olası bir işgal halinde ülke olarak direniş göstereceğimiz yeni seferberlik planları oluşturuldu mu? Çünkü eski planlar düşmanlarımızın eline geçti. Yeni kuvayı milliye planlarına ve bu kozmik odanın güvence altına alınmasına ihtiyacımız var.

5 Kasım 2023 Pazar

11 Eylül ve Bin Ladin Gerçeği

 Ömrünün otuz yılını CIA'de casus ve terörle mücadele uzmanı olarak geçirmiş Henry Crumpton'un anılarını okuyorum. Kitabın bir bölümünde El kaide ve Usame Bin Ladin gerçeği hakkında inanılmaz itiraflar var. Kısaca aktarayım.Amerikan gizli servisi CIA 11 Eylül ikiz kuleler saldırısı öncesinde de Usame Bin Ladin tehlikesinin ve El Kaide'nin farkındaydı. Ladin ve El kaide liderlerini izlemek için tarihteki ilk İHA ( İnsansız hava aracı ) nı Afganistan semalarında uçurmaya başlamışlardı. Aracın adı Predator'du ve yüksek çözünürlüklü kameralarıyla binlerce metre yüksekten uçarak farkedilmeden düşmana ait görüntü aktarıyordu.2000 senesinde bir gün bir konvoyu takip ediyorlardı. Konvoyun güvenliği çok fazlaydı ve bir El kaide tesisine yanaşmıştı. Havada ki Predator CIA merkezine anlık görüntüler aktarıyordu. Araçtan uzun boylu bir adam inmişti, görüntü yakınlaştı ve komuta merkezindeki adamlar görüntüdeki kişinin kim olduğunu anlayınca şaşkına döndüler. O adam Usame Bin Ladin'di. Hemen savunma bakanlığı ve Beyaz Saray'a bilgi verdiler. Beyaz saray işi yokuşa sürdü. Onun o binada 6 saat kalabileceğini garanti edebiliyor musunuz dediler. Ladin Hint okyanusundaki ABD savaş gemisinden atılacak bir cruise füzesiyle 6 saat içinde yok edilebilirdi ama nedense siyasi irade bunu istemedi. Sonraki tarihlerde 6 kez daha Ladin'in yeri tesbit edildi ama eyleme geçilmedi. Bu itiraflardan anlıyoruz ki ABD Usame Bin Ladin'e kendisine 11 Eylül'de saldırması için göz yumdu ve bu trajediden bahane bularak ortadoğuyu şekillendirme projesi olan BOP'u  (Büyük Ortadoğu Projesi ) uyguladı. Irak'ı işgal etti, Libya'da Kaddafi'yi devirdi, Suriye'yi karıştırdı... Kitapta 11 eylül ile ilgili bir başka çarpıcı detay var. CIA Temmuz 2001 de 11 eylül saldırısından iki ay önce Ulusal güvenlik danışmanı Condoleeza Rice'a El kaidenin ABD topraklarına saldırmasının an neselesi olduğunu söylemiş ama ne Rice ne de Beyaz Saray bu istihbaratı ciddiye almış. Anlayacağımız üzere ABD ortadoğuyu işgal etme ve kendi gölge iktidarlarını göreve getirebilmek için El Kaide'nin kendisini vurmasına göz yummuş. Bunu ben söylemiyorum 30 yıl CIA da görev yapmış Henry Crumpton adlı ajan İstihbarat Sanatı isimli kitabında anlatıyor.