Mehmet ilk okul üçe gidiyordu. Abisi ise orta okula. Doksanların başıydı. Tüm dünyada Ninja Kaplumbağalar fırtınası esiyordu. Türkiye'deki çocuklar da bundan nasibini almıştı. Her çocuk büyülenmiş gibi televizyonun karşısına geçiyor ve Ninja Kaplumbağaların çizgi filmini seyrediyordu. Mehmet' de öyle. Doktor olan babasının maaşının yarısı Ninja Kaplumbağalar oyuncaklarına gidiyordu. Mehmet okuldan geldikten sonra içi oyuncak dolu torbayı misafir odasının halısının üzerine boşaltıyor ve mutlu, hayal gücüyle dolu bir oyuna dalıyordu. Evet demin misafir odası dedim. Seksenlerin, doksanların çocukları hatırlayacaktır. O yıllarda; yatak odaları, salon haricinde evlerde bir de en güzel mobilyaların küçük bir servet ödenip yerleştirildiği, içinde gümüşler porselen takımlarının bulunduğu yine çok pahalı duvardan duvara ahşap oymalı vitrinlerin bulunduğu, sürekli kapalı tutulan bayramdan bayrama misafirlerin ağırlandığı yada evin hanımlarının iki ayda bir sıra kendilerine gelince diğer evli ve çocuklu arkadaşlarını altın gününde ağırladığı mekanlardı evlerin misafir odaları. Abisi Mehmet'den dört yaş büyüktü ama Mehmet'in misafir odasındaki oyunlarına o da katılırdı. Ninja Kaplumbağa oyuncağı alınırken iki kardeşe de aynı anda alınırdı. Mehmet Leonardo ve Donetello figürlerini almıştı, abisi ise Michelangelo ve Raphael. Abisi kahraman ninja kaplumbağaların hocası Fare-insan splinter figürünü almıştı, Mehmet ise kaplumbağaların ezeli düşmanı kötü kalpli Shredder figürünü. Mehmet okuldan gelip beyaz yakalı mavi ilk okul önlüğünü çıkardıktan sonra annesinin hazırladığı öğlen yemeğini yer sonra hemen oyuncaklarıyla oyuna dalardı. Oyuncak figürlerine her gün başka bir senaryo yazar, onları birbirleriyle konuşturur ve savaştırırdı. Tıpkı her gün televizyonda seyrettiği çizgi filmdeki gibi. Mehmet ilerde büyüyüp yazar olduğundan küçükken kurguladığı oyunların ve kullandığı hayal gücünün çok faydasını görecekti. Birde her sokak başında açılan atariciler furyası vardı. Ama hafta içi okul günlerinde atari salonuna gitmesi yasaktı. Abisiyle beraber cumartesi sabahları gider, harçlığıyla aldığı bi avuç dolusu jetonları oyun makinasına atar Street Fighter'da Ryu ile adu ket, har yu ket, tak tak bulu ket çeker, Robocop ile kötüleri öldürürdü. Bir de tek kanallı TRT devrinden sonra açılan ilk özel televizyon kanalı Star tv de A Takımı, Mc Gaywer gibi vurdulu kırdılı aksiyon dizilerini seyrederdi. Çocuktu işte... Oyuncaklar, atari oyunları ve diziler arasında geçen bir hayat yaşıyordu. Ama Mehmet aynı zamanda sosyaldi. Okulun folklor ekibinde yer alır, 29 Ekim ve 23 Nisanlarda kafkas kıyafetlerini giyer ve arkadaşlarıyla birlikte şehir stadyumunda binlerce kişiye gösteriler yaparlardı. Yirmi kişilik folklor ekibinde kız ve erkekten oluşan on çift bulunurdu. Mehmet kendi sınıfında okuyan dans partneri bir kıza aşıktı. Sarı saçlı, ela gözlü cennet yüzlü bir kızdı. Mehmet henüz dokuz yaşında olduğu için ve hayatında ilk kez aşk denilen duyguyu deneyimlediği için nasıl davranması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Okulda Gamze'ye kaçamak bakışlar atarak onu görünce kalbinde hissettiği sevgi duygusu o yaşta onun için yeterli oluyordu. Mehmet ilk okul ikiden üçe geçtiği yıl bir takım sorunlar yaşamaya başladı. Önce okulda tahtada öğretmenin yazdığı yazıları okuyamamaya başladı. Yazılar bazen bulanıklaşıyordu. Sonra çocuk parkında oynadıktan sonra eve dönerken yolda kuyular açıldığını hissetti. Kaldırımda ansızın açılan kuyular. Muhtemelen ona öyle geldi. Ama ailesine " Yolda karanlık kuyular açıldığını gördüm " demişti. Babası doktordu ve Mehmet'i kendi doktor arkadaşlarının muayenehanesine götürdü. Doktorların Mehmet'in babasına söylediği " Bi boku yok. Annesinin ilgisini çekmek için yapıyor " Mehmet'in şikayetleri 1991 Sonbaharında başladı ve 1992 baharı gelmişti. Bir gece Mehmet ağlayarak uykusundan uyandı. Bas bas bağırıyordu ve tam bir korku krizindeydi. Tüm ev halkı uyandı ve ışıklar yandı. Küçük Mehmet'e annesi sarıldı ve zor zakinleştirdi. Mehmet'in neden korktuğuyla ilgili ailesine yaptığı açıklama: "Balkona Batman gelmişti ve beni götürecekti " 92 Martında bir salı günü Mehmet okuldan geldi, " Çok yorgunum " dedikten sonra salondaki üçlü divana yattı ve hava kararıncaya kadar tam yedi saat hiç uyanmadı. Annesi bir şeylerin ters gittiğini anladı ve ortalığı birbirine kattı. Akşam Evde Babası ve çocuk doktoru arkadaşı vardı. Çocuk doktoru yeni aldığı ve kutusundan henüz çıkardığı tansiyon aletiyle Mehmet'in tansiyonunu ölçtü. Çıkan sonuç karşısında gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Çocuğun tansiyonu anormal şekilde yüksekti ve durumu Mehmet'in babasına fısıldadı. Muayeneden sonra Mehmet üçlü koltukta yatmaya devam etti babası ve babasının dojtor arkadaşı ( Eşiyle birlikte gelmişti ) misafir odasında rakı içtiler.
Ertesi sabah Mehmet'in annesi ve babası büyük bir kavgaya tutuştu. Annesi " Ben Mehmet'i İstanbul'daki Güntekin Toroğlu hocaya götürecem " dedi. Babası " Eğer bunu yaparsan seni boşarım " diye tehdit savurdu. Sonuçta annenin dediği oldu ve öğlen vapuruyla İstanbul'a geçtiler. O zamanlar deniz otobüsleri yoktu veya sefer saatleri seyrekti. İstanbul'a üç saatte ulaştılar. Vapur adalara uğramıştı ve Marmara'nın sularını aheste aheste aşmıştı. Vapur titreye titreye Karaköy iskelesine yanaştı. Bir taksiye bindiler ve Nişantaşı'ndaki Güntekin hocanın muayehanesine gittiler. Çok sıra vardı. Belki iki buçuk saat beklediler. Sonunda Güntekin hoca onları buyur etti. Çocuğa soyun dedi. Mehmet soyundu. Birtek külotuyla kalmıştı. O sabah külotunu ters giydiğini anladı. Önünü arkasına arkasını önüne. Güntekin hoca Mehmet'e talimatlar verdi ve birtakım fiziksel hareketler yaptırdı. Çıplak çocuğu beş dakika muayene etti. Sonra " Kıyafetlerini giyebilirsin yavrum " dedi. Mehmet'in anne ve babası merakla Gündüz hocanın teşhisini bekliyorlardı. Sonunda hoca konuştu" Yavrumuzun beyninin sağ tarafında bir kistten şüpheleniyorum " dedi. Bu haber karşısında Mehmet'in ailesi kederlendi. O akşam Çapa Tıp Fakültesine gitmeye karar verdiler. Daha ileri tetkikle vaziyetin anlaşılması için. Ama öncesinde Mehmet " Oyuncak alalım " diye tutturdu. Babası " Şimdi bunun sırası mı? " diye söylendi. Annesi " Çocuk kötü haber aldı. Ona moral lazım. Çocuğun psikolojisinden hiç anlamıyorsun " diye kocasına gürledi. Sonuçta Nişantaşı'ndaki Dünya Gençlik Merkezi adlı oyuncakcıya gittiler. Mehmet ortamdan büyülenmişti. Hayatında ilk defa bu kadar çok oyuncağı bir arada görüyordu. Bir müze gezer gibi yarım saat oyuncakçıda dolandı. Sonunda o dönemin modası olan el atarilerinden bir tanesini beğendi. Ninja Kaplumbağalar oyunuydu. Mehmet dokuz yaşında küçücük bir çocuktu ve kendisine koyulan teşhisin vahametini idrak edememişti. O yeni bir atarisi olduğu için mutluydu. Bir taksiye atlayıp Çapa'ya gittiler. Çapa'da tek kişilik bir odaya yerleştiler. Tomografi için sıra aldılar. Çok sıra vardı ama Güntekin hocanın referansıyla geldikleri için Mehmet'i uygun bir anda araya sıkıştıracaklardı. Babası Çapa yakınında oturan annesinin evine gitti. Mehmet ve annesi ise hastane odasında başbaşa kaldılar. Gece birde annesi Mehmet'i uyandırdı. " Yavrum hadi tomografi çektireceğiz " dedi. Hemşire önde Mehmet ve annesi peşlerinde gece vakti Çapa'nın labirent gibi bahçesinde binaların arasında bir süre yürüdükten sonra tomografi binasına girdiler. Mehmet'in beyin tomografisi çekildi. Sonucu ertesi gün aldılar ve hastaneden ayrıldılar. Beynin sağ tarafında mandalina büyüklüğünde bir kist vardı. Mehmet'in babası dahil Yalova'daki saftirik doktorlar bunu altı ay boyunca anlayamamış ve " Bi boku yok. Annesinin ilgisini çekmek için uyduruyor" diye küçücük çocuğun günahını almışlardı. Ancak efsane boşuna olunmuyordu. Güntekin hoca çocuğu beş dakikada muayene ederek hiç bir tetkik ve tahlil yapmadan cihazsız bir şekilde " Beyninin sağ tarafında bir kist var " demişti. Yoksa Güntekin hoca tıpkı süpermen gibi duvarların ve maddelerin ötesini mi görebiliyordu acaba? O gün hastaneden çıkınca Mehmet'in babannesine gittiler ve geceyi orada geçirdiler. Mehmet yaşıtı kuzenleriyle oynadı. Ertesi gün Maçka'daki bi çocuk doktoruna gittiler. Doktor İnan tomografiyi inceledi ve " Müdahale gerekiyor size Marmara Üniversitesindeki Türkiye'nin ilk çocuk beyin cerrahı Onur Günaydın'ı tavsiye ediyorum " dedi. Taksiye atladılar ve Boğaz köprüsünden geçip Anadolu yakasındaki hastaneye gittiler. Onur hocanın odasının önünde bi kaç saat beklediler. O esnada yaşadıkları rahatsızlıktan ötürü kafaları su toplamış ve şişmiş bir kaç çocuk gördü Mehmet. Onlar da Onur hocayı bekliyordu. Mehmet yamru yumru şiş kafalı çocukların görüntüsünden çok korkmuştu. Ve onlar yakındayken onların su toplamış kafasını görmemek için gözlerini sımsıkı yummuştu. Onur hoca ameliyattaydı ve o gün gelmeyecekti. Yalova'ya döndüler.
Bir kaç gün sonra Marmara Üniversitesindeki Onur hocadan randevu aldılar ve tekrardan İstanbul'a gittiler. Mehmet, anne babası ve annesinin babası dedesi vardı. Dördü sabah erkenden hastanenin bahçesinde buluştular. Çocuk beyin cerrahı Onur hocayla yapacakları görüşmeye dedesi Süleyman bey de katılmak istemişti. Dedesi de doktordu. Bir kadın doğum uzmanıydı. Atmışlı yaşlarında halen özel bir polikilinikte görev yapan eski toprak bir doktordu. Onur hoca geldi ve odasına girdiler. Onur hoca ihtisasını Amerika'da yapmış tel çerçeveli gözlüğünün ardında sevecen bakışlar barındıran esmer sempatik bir adamdı. Genç bir adamdı. Kırklarındaydı. Mehmet'in beyin filmini aldı ve duvarında asılı duran florasanlı düzeneğe sıkıştırdı. Düğmeye basıp cihazın beyaz ışığını açtı ve Mehmet'in beyin filmi arkadan gelen ışıkla aydınlandı. Onur hoca filmi inceledi ve sonrasında " Beynin sağ tarafında beyin zarıyla kafatası arasında mandalina büyüklüğünde bir kist görünüyor " dedi. " Şimdi hastamız büyük olsa kendini koruyabilir derdim. Amca hastamız bir çocuk ve oyun oynayacak, hoplayacak zıplayacak... Kafasının içinde böyle bir kist taşıması risk teşkil edecek. Bence ameliyat edelim ve çocuğumuz kurtulsun. Kararı size bırakıyorum " dedi. Onur hoca çok ikna edici konuşmuştu. Aile kendi arasında küçük bir toplantı yaptılar. Son olarak Mehmet'e görüşünü sordular. Mehmet " Ameliyat olmak istiyorum " dedi. Kararlarını doktora bildirdiler. Onur hoca " Sizi ameliyat programıma dahil edecem ve net tarihi bir iki hafta içinde bildirecem " dedi. Yalova'ya döndüler. Mehmet uzun süredir okuldan ve arkadaşlarından uzak kalmıştı ve daha da kalacaktı. 23 Nisan tarihi gelmişti. Çocuk bayramıydı ama Mehmet buruktu. Çünkü 23 Nisanlarda kafkas kıyafetlerini giyip arkadaşlarıyla birlikte şehrin içinden geçit yapıp şehir stadyumunda binlerce kişiye gösteri yapamayacaktı. Mehmet bu yüzden bu bayram mutsuzdu. Çünkü hastaydı. Evde " Ben arkadaşlarımın geçitini seyretmek istiyorum " dedi. Annesi " Tamam yavrum abinle beraber gidin " dedi. Mehmet abisinin elinden tutup ilk okulun oraya gitti. Okulun karşı kaldırımında beklemeye başladı. Bir süre sonra öğrencilerden oluşan trampet takımı müzikler çala çala okuldun ayrıldılar. Mehmet mahsun gözlerle arkadaşlarının geçip gitmesini izledi. Çok yakın bir zamanda ciddi bir beyin ameliyatına girecekti. Ameliyattan ya sağ çıkamazsam diye düşündü. Belki bu arkadaşlarımı son görüşümdü diye düşündü. Abisi Mehmet'in hüzünkendiğini fark etti ve " Gel oyuncakcıya gidelim " dedi. Çocuk aklı işte Nehmet her şeyi bir anda unutup sevinçle oyuncakcıya gitti. Abisi küçük kardeşine bayram hediyesi olarak uzaktan kumandalı kırmızı renkli bir Ferrari aldı. Mehmet yeni oyuncağını çok sevmişti ve tüm gün arabasıyla oynadı. Akşamleyin telefon çaldı. Onur hocanın asistanı 29 Nisan pazartesi günü ameliyatın yapılacağını bildirdi ve pazar günü hastaneye yatış yapmalarını istedi. Haberi duyunca Mehmet içinde buz gibi bir korku hissetti. Bir hafta içinde ameliyat olacaktı hemde beyninden.
28 Nisan pazar günü Marmara üniversitesine gittiler. Hasta odasına yerleştiler. İçinde tuvaleti olan televizyonlu manzaralı güzel bir odaydı. Dedesi elinde bir poşetle odaya girdi. " Anneannenden sana bir hediye " dedi. Mehmet heyecanla poşeti açtı ve içinden Ninja Kaplumbağaların minibüsü çıktı. Bu harika bir oyuncaktı. Yeşil sarı renkli bir minibüstü. İçine dört kaplumbağayı alacak kadar genişti. Silahları vardı. Mehmet çok mutlu oldu. Geceyarısı Mehmet uyurken kapı tıklandı. Annesi uyandı ve kapıyı açtı. Onur hocanın asistanı gelmişti. Elinde bir kağıt ve tükenmez kalem tutuyordu. Asistan gayet soğuk bir şekilde " Eğer yarın Onur hocanın oğlunuzun beyin ameliyatını yapmasını istiyorsanız bu senedi imzalayın " dedi. Annesi çok şaşırdı. Kendi kendine " Eğer doktor yakını bir hastaya bu muameleyi yapıyorlarsa vay normal vatandaşın haline... " dedi. Senedi imzaladı.
Ertesi sabah Mehmet uyandı. Anneannesinin hediyesi oyuncak minibüsle biraz oynadı. Daha sonra odaya bir hemşire geldi ve " Ameliyat vakti geldi " dedi. Odaya tekerlekli bir sedye getirdiler birde yeşil bir hasta önlüğü. Mehmet soyundu ve yeşil önlüğü giydi. Sedyeye uzandı. Hasta bakıcı sedyeyi iteklemeye başladı. Koridora çıktılar, asansöre girdiler, tekrar koridora çıktılar ve ameliyataneye girdiler. Ameliyathanede operasyonun yapılacağı diğer sedyeye uzandı. Tepesinde gözünü alan güçlü bir ışık ve ışığın etrafında tepeden kendine bakan kafalar görüyordu. Üşüdüğünü hissetti. Acaba bu üşüme çıplak vücuduna giydiği her tarafı açık önlük nedeniylemiydi, yoksa ameliyattan korkmasının neden olduğu bir üşümemiydi. Galiba ikincisi. Mehmet korkuyordu. Kendisini bir bilinmezlik bekliyordu. Birazdan narkozun etkisiyle uyuyacak ve sonrasında tehlikeli bir beyin ameliyatı geçirecekti. Ya bi daha uyanamazsa... Ya bu ameliyat masasında kalırsa... Mehmet çıplak ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Tıpkı botları ve çorapları olmadan yalın ayak karların üstüne basıyormuş gibi. Narkozu aldı, son hatırladığı şey kendisine tebessüm eden doktorun bulanık yüzüydü. Ve ne olduğunu anlamadan uykuya daldı. Ameliyat tam sekiz saat sürdü. Doktorlar ameliyatanenin kapısından başlarını çıkartıp hemşirenin tuttuğu kutu meyva suyunu kamışla içip tekrar ameliyata dönüyorlardı. Dokuz yaşındaki çocuğun başının sağ tarafını tıraşladılar, bir hilal şeklinde önce kafasını, sonra kafatasını kestiler, içerdeki mandalina büyüklüğündeki kisti çıkardılar ve sonra zımbayı andıran metal agraflarla kafasını diktiler.
Mehmet gözlerini yoğun bakımda açtı. Ne olduğunu anlamadığı dıt dıt diye kulağına sesi gelen ekranlarında bir takım grafiklerin ve anlaşılmaz dijital rakamların olduğu cihazlar vardı etrafında. Gözüne odanın karşı tarafında yataklarında yatan ihtiyar hastalar ilişti. Çok susamıştı. Nihayet bir hemşire geldi. " Su-su-sadım " dedi. Hemşire " Su içemezsin. Eğer tersine kaçarsa ve öksürüp, öğürürsen kafandaki dikişler patlar " dedi. " Ama çok susadım " Mehmet'in dudakları kurumuştu. Hemşire birazdan elinde bir pamukla geldi. Pamuk ıslaktı. " Bunu emebilirsin " dedi. Mehmet çaresiz dudaklarının birazcık nemlenmesi için pamuğu emdi. Pamuktan dudaklarına nüfuz eden nem ona az da olsa iyi gelmişti. Biraz sonra karşı yataktaki yoğun bakım hastası titreyerek ve kasılarak bir kriz geçirdi. Hemşireler ihtiyar adamın başına toplandı, müdahale ettiler. Mehmet ilk defa böyle bir manzara görüyordu. Çocuk ruhuyla korktu ve ağlamaya başladı. Hemşire ablası yine yanına geldi ve " Ne oldu canım? " dedi. " Oradaki amcadan korktum " dedi. Hemşire ablası yatağını tüm yoğun bakımdan bir bölme gibi ayıran perdeyi çekti. Şimdi olmuştu. Mehmet kendisini ürküten diğer hastaları görmüyordu. Mehmet yine susamıştı. Hiç bu kadar susadığını hatırlamıyordu. Ama su içmesi yasaktı. Hemşire ablası yine geldi ve ıslak pamuk getirdi. Çocuk yine pamuğu emdi. " Ne zaman su içebileceğim? " diye sordu. " Yarın " dedi. " Çişim geldi " dedi. Hemşire ablası ona pipisinin ucunda bir sonda takılı olduğunu ve rahatca çişini yapabileceğini söyledi. Mehmet çişini yaptı. Yatağın kenarında asılı duran torba sidikle doldu. Ama çişini yaparken pipisi yanmıştı. Şu sonda denilen şeyin ucu pipisinin deliğinden içeri girmişti. Mehmet sondadan rahatsız oldu. Tekrardan hemşire ablasını çağırdı. Sondayı işaret ederek " Bunu çıkartabilir miyiz pipimi acıtıyor " dedi. Hemşire dediğini yaptı. Mehmet'in gözü tepesindeki cihazın ekranındaki dijital rakamdaydı. 24.00 ' ı gösteriyordu. Hemşireyi çağırdı ve cihazdaki rakamı göstererek " Hemşire abla saat gece yarısı oldu yani yeni güne girdik artık su içebilir miyim " dedi. Hemşire tebessüm ederek başını salladı " O cihazdaki saat değil vücudunun değerini gösteriyor. Üstelik ben yarın derken yarın sabahı kastetmiştim " dedi. Mehmet ağlamaya başladı. Mehmet çocukken yoğunbakımda yaşadığı susuzluk yüzünden ömrü boyunca evinde büyük bir şişe bulunduracak ve bardak yerine suyunu büyük şişeden içecekti... Kırk yaşında koca bir adam olduğunda bile.Biraz süre geçti ve yine çişinin geldiğini söyledi. Hemşire plastik bir ördek getirdi ve çişini ördeğe yaptı. Sonrada uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandı. Yine vücuduna bağlı olan cihazların dıt dıt sesleri kulağına geliyordu. Önce dedesini gördü. Dedesi ona gülümsüyordu. Sonra babası geldi ardından annesi. Bitkin bir şekilde yatakta yatıyordu. Annesini görünce " Anne bana su vermiyorlar " diye ağlamaya başladı. O esnada yanlarında ameliyatı yapan doktor Onur vardı. Annesi yavrusunun serzenişini duyunca çileden çıktı. Doktora dönüp " Su vermiyorlarmış " diye bağırdı. Kadını zor sakinleştirdiler. Öğlen oldu. Nihayet yasak kalktı ve çocuğa su verdiler. Mehmet suyu kana kana içti. Ardından hemşire ablası bir kase çorba getirdi. Mehmet neredeyse yirmi dört saattir açtı. O çorba tarhana çorbasıydı ve soğuktu.Mehmet tarhana çorbasını sevmezdi ama o çorbayı öyle bir iştahla yedi ki... Mehmet'in 1992 yılında Marmara Üniversitesi hastanesinin yoğun bakımında dokuz yaşındayken içtiği o buz gibi çorba ona hayatı boyunca tattığı en lezzetli yemek olarak gelecekti. Kırk yaşına gelip koca bir adam olduğunda bile o soğuk çorbanın muhteşem tadını unutamayacaktı. Öğleden sonra oldu. Hemşire ablası yanına gelip müjde verdi. " Mehmetcim hadi odaya çıkıyorsun " Mehmet'i yatağından kaldırdılar ve bir tekerlekli sandalyeye oturttular. Mehmet sandalyeye oturunca korkunç bir baş dönmesi yaşadı ve zeminin ayaklarının altından çekildiğini ve dünyanın alt üst olduğunu hissetti. Hemşire ablasına " Ba-Başım dönüyor " diyebildi. Hemşire ablası " Korkma canım normal birazdan geçer " dedi. Geçti de. Mehmet'i odasına götürdüler. Odada tüm ailesi vardı. Yalova'dan abisi de gelmişti. Abisini görünce çok sevindi. Abisi ona bir G.I.JOE askeri getirmişti. Bu paraşütlü bir askerdi. Abisi " Yalova'ya gelince askeri balkondan aşağı atarız ve paraşütüyle yere inmesini seyrederiz " dedi. Mehmet " Tamam abi " diye güldü. Abisi anne-babalarını kaybettikten sonra gelecekte Mehmet'in maddi-manevi olarak hayattaki en büyük destekçisi olacaktı. Küçükken didişseler de büyüdükten sonra Mehmet abisi Osman'a her zaman büyük bir saygı ve sevgi duyacaktı. Mehmet akşam olduğunda nihayet sıcak bir yemeğe kavuştu. Afiyetle yemeğini yedi. Gece olunca da huzurlu bir uykuya daldı.
Sabahleyin uyandığında odada annesi vardı. Mehmet tuvalete gitmek istedi. Yataktan kalktı ve yavaş adımlarla odanın içindeki tuvalete doğru yürüdü. Kapının yanındaki elektrik düğmesine bastı ve tuvaletin ışığı yandı. Lavaboya doğru yürüdü. Musluğun üstündeki aynada yansımasını görünce dona kaldı. Başının sol tarafında saçları duruyordu. Ama kel kalan başının sağ tarafında alnının üzerinden kulağına kadar inen kocaman bir yara, yaranın üzerinde metal zımbalar. Suratının sağ tarafı şişmiş yamru yumru deforme bir görüntüye sahipti. Sağ gözü şişlikten ötürü neredeyse kapanmıştı. Küçük çocuk aynadaki feci görüntüden korktu ve ağlamaya başladı. Annesi geldi. " Anne yüzüm, yüzüm... " diyebiliyordu sadece. Yatağına gitti ve başını yastığa gömüp hüngür hüngür ağladı. Yüzündeki şişlik ve deformasyon bir kaç güne düzelecekti fakat küçük çocuk yüzünün içler acısı halini görünce çok üzülmüştü. Uzun süre aynaya bakamadı. Altıncı gün hastaneden taburcu oldu. Yalova'ya döndüler. Birkaç arkadaşı ve aile dostları ziyarete geldi. Yatağının başının yanındaki duvarda duvara monteli bir kitaplık vardı. Eskiden Mehmet başını o tarafa koyardı. Ama kitaplık bir kaza sonucu ameliyatlı başının üzerine düşebilir diye başını yatağın ayak ucuna koymaya başladı. Annesi birde başını uyurken pencere altındaki radyatöre çarpmasın diye o yana koruyucu amaçlı bir yastık daha koymuştu. Mehmet'in ameliyatlı başını koruması gerekiyordu ve bu koruma yıllarca sürecekti.
Mehmet'e ameliyattan sonra hep hayalini kurduğu oyun bilgisayarını aldı ailesi. Amiga 500. Mehmet ve abisi çok mutlu oldu. Abi kardeş sürekli bilgisayar oyunu oynadılar. Taburcu olduktan iki hafta sonra tekrar hastaneye gittiler. Başındaki dikişler alınacaktı. Mehmet bir pansuman odasına girdi. Asistan doktor alacaktı dikişleri. Başının üzerinde bir lamba yaktı. Bu ameliyathanelerdekine benzeyen ayaklı bir lambaydı. Güçlü beyaz bir ışık veriyordu. Yanındaki sehpada metal bir tas ve bir kerpeten duruyordu. Mehmet bir an metal tastaki kendi yansımasına baktı. Doktor kerpeteni aldı ve Mehmet'in başına yöneldi. O kerpetenle başında etine iki ayağıyla saplanmış metal zımbaları çıkartacaktı. Doktor kerpetenle birinci zımbaya asıldı ve başından söktü. Söktüğü zımbayı metal tasın içine attı. Çiling diye bir ses çıktı.Kerpeten her seferinde yırtıcı bir kuş gibi yaralı başına iniyor, başındaki zımbayı etinden söküp alıyor ve sonra avını metal tasa bırakıyordu. Metal tasa düşen zımba çiling diye bir ses çıkartıyordu. Çiling, çiling, çiling... Bu çok rahatsız edici bir süreçti. Sonunda bitti. O sabah Mehmet'in kafasından tam otuz iki metal zımba çıkartılmıştı.
Ameliyattan sonraki bir buçuk ay arkadaşlarının ve aile dostlarının ziyaretleriyle geçmişti. Mehmet bazen anne babasının koynunda uyuyordu.Ameliyattan sonra Mehmet uyku sırasında ufak epilepsi krizleri geçiriyor ve uykusunda sıçrıyordu. Ailesi başta çok endişelenmişti ama doktorlar ameliyat sonrası dönemde bunların olabileceğini söyleyince rahat nefes almışlardı. Bazen uykusunda sıçrayınca Mehmet bile uykusundan uyanıyordu. Aylar sonra okula döndüğünde sınıf arkadaşlarının yürekten gelen bir samimiyetle onu kucaklamalarını, ona sevgiyle sarılmalarını aradan yıllar geçse de unutamayacaktı. Birde bahçedeki çeşmeyi... Arkadaşları beden derslerinde hoplayıp zıplarken oyunlar oynarken o ameliyatlı başını koruyabilmek için beden derslerini okulun bahçesindeki çeşmenin başına oturup uzaktan kös kös izliyordu. Mehmet yıllar sonra Mısır'da kırk iki kilometrelik hayatının ilk maratonunun finişini geçerken çeşmenin başında ki o küçük çocukla helalleşti.
Mehmet hep başarılı, azimli, zeki ve farklı bir çocuktu. Kırklı yaşlarında da hala öyle . Yazını soluksuz okudum. Başarılarının devamını dilerim arkadaşım. Özge Erzurumlu.
YanıtlaSil