30 Eylül 2024 Pazartesi

Zafer

 Ömür boyunca kişisel savaşlar veriyoruz. İlk savaşımız anne karnından dış dünyaya çıkarken başlıyor. Büyüyoruz, ergenlikten yetişkinliğe geçerken karakter kazanıyoruz ve bunun sancılarını çekiyoruz. Okul, kariyer derken zalim iş yaşamındaki çakallar ellerine törpüler almış bizim prensiplerimizi köşelerimizi törpülemeye çalışıyorlar. Eşimizle hayat mücadelesine başlıyoruz. Çocuğumuz oluyor ve ailemizin geçimi için yaşam savaşı veriyoruz. Yaşlanıyoruz ve aile büyüklerimiz yanımızdan teker teker eksiliyor. Toprak altına saldığı sağlam kökleriyle fırtınalara karşı direnen ulu bir çınara dönüşüyoruz. Hayat tatlılıklarının yanında ne kadar acı da olsa ayakta kalma savaşı veriyoruz. Sevdiklerimiz için...Savaşılacak negatif bir unsur yoksa kazanılacak bir zafer de yoktur. Zorluklar galibiyetlerimizi anlamlı hale getiriyor. Yemek bile ateşte pişince lezzetli oluyor. Yay gerilince oku hedefe fırlatıyor. O yüzden zorluklardan korkmamak gerekir. Kara kış soğuk fırtına olmasa baharın kıymetini bilebilir miydik? Yada gece karanlık olmasa gündüzün aydınlığın kıymetini bilebilir miydik? Zorlukları yelkenimizi dolduracak rüzgâr yapmalı ve hayat denizinde yol almalıyız.

28 Eylül 2024 Cumartesi

Akıl ve Bilinç

 Bilgisayarların icadı ile insanı insan yapan şeyin akıl değil bilinç olduğu ispatlandı. Bir bilgisayar bir matematik problemini insandan çok daha kısa sürede çözebilir. Bilgisayar insandan daha akıllı olabilir. Ama bilgisayarın asla bilinci olamaz. Kendinin farkında olamaz. Özleyemez, sevemez. Bilinç insana has bir özelliktir. Akif Manaf Değişim adlı kitabında akıl ve bilince bu şekilde değiniyor.Doğuyoruz büyüyoruz. Büyümek ömür boyu sürüyor. Bizlere Tanrı tarafından bahşedilen duyu organlarımız var. Bu duyularla çevreyi algılıyoruz ve veri topluyoruz. Bu verileri aklımızla yorumluyoruz ve fikir sahibi oluyoruz. Ancak bu fikirler mutlak doğru olmuyor. Zaten çevremiz yani yaşadığımız evren göreceli bir yer. Göreceli verilerin aklımızdaki yorumları yani fikirlerimiz de göreceli oluyor. Örnek verecek olursak: Bir köpeğin ısırdığı çocuk için köpek tehlikeli olurken, dağ kampında mahsur kalmış başka bir çocuğu ve ailesini havlayıp yardım çağırarak hayatını kurtaran köpek o çocuk için dost olabiliyor. Başka bir örnek verecek olursak: kuantum fiziğindeki Hesienberg belirsizlik ilkesine göre bir parçacığın momentumu ( kütle ile hızının çarpımı ) ile konumunu aynı anda belirlemek mümkün değildir. Bir elektronun hızını ölçtüğümüz anda konumu belirsizdir yani tam konumunu bilemeyiz. Konumunu ölçtüğümüz anda tam olarak hızını bilemeyiz. Yani duyularımız vasıtasıyla zihnimizde algıladığımız evren mutlak değil muğlaktır. Böylece aklımız da muğlakdır.

Mutlak olan tek şey bilincimizdir. Peki bilinç nedir? Bilinç yaşadığımız sanal evrenden yani göreceli algılardan ve bunların yarattığı göreceli fikirlerden sıyrılıp kendinin varoluşunun farkına varmaktır. Bilinç sevmektir. Çünkü mutlak olan tek şey SEVGİ dir.

Aşk din,

Mutluluk ibadet,

Sevgi ise Tanrıdır...

27 Eylül 2024 Cuma

Bir İhtimal daha Var

 İntihar etmek bir kişinin umudunun kalmayıp, hayattan hiç bir çıkış yolu bulamayıp yaşamına son vermesi eylemidir. Size iki tip intihar vardır desem. Aktif intihar ve pasif intihar. Aktif intihar az önce açıkladığım intihar çeşididir. Bu yazının ana konusu olan pasif intihara değinmek isiyorum. Allah her insana gözler vermiş, nefis vermiş. Görüyoruz, duyuyoruz başkalarının hayatlarına bakarak onlara yada mutlu sonla biten masallara özeniyoruz. Umut ediyoruz çünkü Allah bize içinde isteklerimizi ve hayallerimizi yaratıp sakladığımız evrendeki en eşsiz organ olan kalpleri vermiş. Ama hayat her zaman toz pembe olmuyor. Ruhumuzun havası her zaman günlük güneşlik olmuyor bazende karanlık, bulutlu yağmurlu oluyor. Hayal kırıklıkları da yaşayabiliyoruz. Başarısızlık insana acı verir. Bu aşk anlamında da olabilir, eğitim anlamında da olabilir, kariyer anlamında da olabilir. Bu alanlarda başarısızlığa uğramışsak bir daha denemeye korkuyoruz. Çünkü acı çekmek istemiyoruz. İnancımızı, duygularımızı, hayallerimizi ve umutlarımızı öldürüp tekdüze bir yaşama devam ediyoruz. Ruhumuzun başarısızlıktan canı yandığı için duygularımızı öldürüyoruz. Yaşayan ölülere dönüyoruz. İşte bu pasif intihardır. İnsan hiç bardak kırıldı diye su içmekten vaz geçer mi? İşte biz pasif intiharla kalbimiz kırıldı diye sevmekten, umut etmekten vazgeçiyoruz. Bunu yapmamalıyız. Hayattaki mevki ve makamımızın hiç bir önemi yok. İşini iyi yapan bir çöpçü, ülkeyi kötü yöneten bir politikacıdan daha başarılıdır. Hayattan hep iyisini istemeli bunu hayal etmeli, bunun için çalışmalıyız. Pastör denemekten vazgeçse kuduz aşısı olmazdı. Edison denemekten vazgeçse elektrik olmazdı. Graham Bell denemekten vazgeçse bugün telefon olmazdı. Nefes aldığımız sürece ihtimal var. Bir ihtimal daha var. Bunu unutmayalım. Belki hayatımızın aşkı, hayalini kurduğumuz iş yada beklediğimiz aydınlanma karşımıza çıkmak için iki sokak ötede bizi bekliyordur. Biz yeterki çabada ve tevekkülde olalım sevgili okur.

Nasreddin Hoca

 Nasreddin Hoca birgün hava alması için eşşeğini evinin damına çıkarmış. İkisi biraz hava aldıktan sonra Hoca eşşeğini damdan aşağı indirmek istemiş. Ama eşşek bi türlü aşağıya inmemiş. Eşşeği çekmiş çekelemiş ama hayvan inat etmiş damdan aşağı inmemiş. Hoca'da " Ne halin varsa gör " demiş ve kendisi damdan inip eve girmiş. Evinin salonuna geçmiş. Biraz sonra eşşek damda anırmaya ve tepinmeye başlamış. Hayvan damda tepinmiş tepinmiş kiremitleri dağıtmış ve sonunda dam çökmüş ve eşşek damdan aşağıdaki salona düşmüş. Eşek ölmüş. Nasreddin hoca bir kırılan çatıya bakmış bir salonun ortasında yatan ölü eşşeğe bakmış ve şöyle demiş: " Eşşeğin mertebesini yükseltirsen hem etrafına zarar verir hem kendisine zarar verir. "

23 Eylül 2024 Pazartesi

İnadına Yaşamak

 Hergün güneşli olmuyor insanın ruhu. Bazen hava kasvetli ve yağmurlu olabiliyor. Ben o zamanlarda kimseye dert yanmıyorum. Zaten dert yanabileceğim kimse de yok yalnızım. İçimdeki bene naz ediyorum. Yorgunum, modum düşük bugün dışarı çıkmak istemiyorum diyorum. İçimdeki Onur beni pış pışlıyor, beni dizine yatırıyor ve başımı okşuyor. " Tamam koca bebek senin istediğin gibi olsun " diyor. Hiç bir şey yapmadan erkenden uyuyorum. Kendimi rüyalarıma emanet ediyorum. En azından beni anlayan bir ben var. Şükrediyorum. Bu benim yaşamımdan bir kesit. Belki sizin sizi anlayacak bir eşiniz, çocuğunuz var. Bu çok önemli bir zenginlik. Rabbin sizi, ailenizi ve sevdiklerinizi korusun. Ben hayat denen yolda fakirliği seçtim. Tıpkı Hemingway'in İhtiyar Adam ve Deniz romanında ki balıkçı gibi. Denize açılıp ( mecazi anlamda ) kendimle başbaşa olmayı seviyorum. Bu bana çoğu zaman güzel geliyor. Yazı yazmak bilinç altınıza yaptığınız yalnız bir yolculuk. Yazarken oradan oltanızla cevherler çıkarıyorsunuz. Ben bu durumu seviyorum. Ancak ruhumun kasvetli yağmurlu olduğu günlerde ( Her zaman değil ) yanımda insan da aramıyor değilim. Belki Rabbim kimimizi yalnızlıkla, kimimizi eşle evlatlarla terbiye ediyor. Ruhumuz tenhalıkla veya kalabalıkla pişip olgunlaşıyor. Neyse dünkü ķasvetli, bulutlu, kapalı havayı atlattım. Kendimi pış pışladım, başımı "ben" in dizine yatırdım ve huzurlu bir uykuya daldım. Yeni bir gün yeni bir hafta. Bugün güneş doğuyor ve vakit yine yeniden hayata dört elle sarılma vakti. Yaşamalıyız, inadına yaşamalıyız. Umudu kanatlarımız yapmalı ve kalmizde doğan güneşe doğru uçmalı. İnadına yaşamalı.

19 Eylül 2024 Perşembe

Toprak

 Bazen düşünürüm ıssızlığa olan korkumuz neden kaynaklanıyor diye. Tanrı bize duyu organları ve akıl vermiş. Biz de tarih boyunca aklımızın amacını yanlış anlamışız. Aklımızı sürekli doldurulması gereken bir buzdolabı gibi algılamışız. Evdeki sessizlikten kaçacağımız ve beynimizi dedikoduyla dolduracağımız hanlar, kafeler, barlar icat etmişiz. Evet hanlar çünkü eskiden insanlar hanlara gider diğer insanların hikayelerini dinlermiş. Dinleme ihtiyacı bu gibi yerlerin icadına neden olmuş. Şimdi buzdolabını doldurabileceğimiz sosyal medya denen şey çıktı. Buz dolabına taze meyve, sebze konur ama sosyal medya denen kötülük yuvasından dolabımıza artık çürük gıdalar da giriyor. Aklımızı çer çöple dolduruyoruz. Neyse ana konumuz bu değil. Beynimizi sürekli meşgul etmekle ilgili. Beyin dediğimiz şey her bulduğumuzu içine atacağımız bir buzdolabı değil bir mutfak aslında. Yani işlevi sadece depolama değil. Depolama ve üretim. Evet üretim. Yani beyin dediğimiz o mutfakta yiyeceklerin depolanacağı dolap da olacak yemeklerin pişeceği ocak da olacak. Yani üretim olacak. Üretim için durmak gerekir. Yani sessizlik gerekir. Duyularımızla aldığımız verileri yorumlamamız ve düşünce sentezleyerek yeni fikirler üretmemiz gerekir. Günümüzde modern insan artık fikir üretmiyor. Beynini sadece doldurmak için kullanıyor yani mutfağındaki ocağını doğalgaz bağlantısından sökmüş ve hurdacıya satmış. Düşünmek için biraz ıssızlaşmak gerekir. Ama biz bundan korkuyoruz. Bu yazı bu durumun araştırması olacaktı ama nerelere geldik. Bence bunun nedeni sessizliğin insana ölümü anımsatması. İnsanlarda iki kaşının ortasında ve biraz yukarıda beynin içinde epifiz bezi vardır. Bu eski çağlarda yaşamış insanlarda mandalina büyüklüğündeyken günümüz insanında körermiş ve bir nohut tanesine dönüşmüştür. Eski insanlar epifiz bezini kullanarak astral seyahat, telekinezi ve telepati gibi yeteneklere sahiptiler. Modern insanda bu özellikler köreldi. Ölüm dediğimiz şey aslında bedenini mecazi anlamda öldürüp ruhaniyetinin farkında olmaktır. Tanrıya yakın olmaktır. Yani aslında korkulacak bir şey değildir. Epifiz bezi büyük olan eski insanlar ruhaniyetlerinin farkında ve evrenle bütünleşmişlerdi. Issızlıkla ve sessizlikle dostlardı. İşte epifizi küçülüp nohut boyutlarına gelen modern insan geçmişini unuttu. Issızlıktan, ruhaniyetten korkar hale geldi. Biz aslında bir tohumuz ve yurdumuz toprak. Toprak karanlıktır, toprak sessizliktir. Hiç topraktan korkan tohum olur mu? Biz maalesef korkar hale geldik. Fıtratımızı hatırladığımız gün bir daneden yarılıp çıkacağız ve üreten meyva veren bir varoluşa ulaşacağız. Beyne giren veriler yağmur, sessizlik ve düşünce toprak, fikir ve üretim ise meyvamız olacak.


18 Eylül 2024 Çarşamba

Sürekli İyileşme Felsefesi

 İngilizce öğrenirken kitap okumaya korkarız. Çok fazla bilmediğim kelime çıkıyor en iyisi ingilizce seviyem daha ileri bir düzeye çıkınca ingilizce roman okuyayım deriz. Spora başladığımızda ben uzmanların tavsiye ettiği gibi günde 1 saat yürüyemiyorum en iyisi diyetle 10 kilo verdikten sonra yürüyüşe başlayayım deriz. Anlık kazanç potansiyeli hedefimize göre düşük olduğu için hep hayal ettiğimiz işi kurmaktan vazgeçeriz. Yada islamı yaşamaya hevesleniriz namaza başlarız. Ancak günde 5 vakit namazın farzlarına sünnetleri de eklenince olay gözümüzde büyür ve namazdan vazgeçeriz. Mümin Sekman Herşey Seninle Başlar kitabında şöyle diyor: Eyleme geçmek için mükemmel hale gelmeyi beklemeyin.Nükemmeliyetçilik yerine sürekli iyileşme felsefesine göre hareket edin.Bir yerden başlayın yaptıklarınızı aşama aşama düzeltin. Bu çok önemli bir felsefe. Yani başlarda çok fazla bilmediğimiz kelime çıksa da o kitabı okumalıyız. Çünkü zamanla kelimeleri öğrendikçe bilmediğimiz kelime sayısı azalacaktır. Eğer kondisyonumuz 1 saat yürümeye yetmiyorsa yine de o yürüyüşe başlayalım. Çünkü az da olsa yapmak hiç yapmamaktan daha iyidir. Yarım saatle başlayalım ve her hafta süreyi azar azar arttıralım. 5 vakit namazın farzları 17 rekat, sünneti ise 23 rekat. Toplam 40 rekat. Eğer günde 40 rekat namaz kılmak gözümüze çok geliyorsa farzlarını yani sadece 17 rekatını günlük olarak kılmaya başlayalım. 1-2yıl böyle kılalım. Sonra alışınca sünnetlerini de kılarız. Mükemmeliyetçilik anlayışı iyidir bir işi yüksek standartlarda yapmamızı sağlar lakin tehlikelidir de. Çünkü o işi gözümüzde büyütmemize neden olur ve bizi demotive edip işi yarı yolda bırakmamıza neden olur. Unutmamalıyız ki emeklemeden koşamayız. Bir bebek önce emekler, sonra yürür ve son olarak da koşar. Hiç kimse yolun başında o işin uzmanı değildir. Ben bu işi iyi yapamıyorum o halde yapmayım diye o işi bırakmak kadar saçma bir anlayış yoktur. Kendinize zaman tanıyın ve performansınızın azar azar artışına şahit olun. Ne demişler: Damlaya damlaya göl olur.

16 Eylül 2024 Pazartesi

Kaos

 Yaşam felsefesimize ters gelen olaylar hayatımıza ani bir darbeyle değil, yavaş yavaş çaktırmadan girdiğinde fark edemeyiz. Ben onlara küçük siyah adamlar diyorum. Başlarda bu siyah adamlardan etrafımızda bir kaç tane görürüz. Bu tartıya çıktığımızda bir hafta içinde aldığımız yarım kilo, pazardan aldığımız sebzeye gelen küçük bir zam yada anlık olarak hissettiğimiz küçük bir hüzün olabilir. Günler geçer gözümüz hayatımıza giren küçük siyah adamlara alışır. Aslında hayatımızı tamamen kaplasalar ( şişmanlık, enflasyon, depresyon ) itiraz edip tedbir alacağımız durumlara hayatımızdaki nicelikleri henüz az oldukları için ses çıkarmayız. Nede olsa şişkin bir egomuz vardır ve krallığımızın surlarını yıkılamaz olarak kabul etmişizdir. Egomuz gözümüzü o kadar kör etmiştirki sayıları her geçen gün artan ve hayatımızı siyaha boyayan küçük adamların farkına varamayız. Bu küçük adamlar kaostur. Ve kaos giderek normalimiz haline gelir. Bir sabah uyandığımızda tamamen küçük siyah adamlar yani kaos tarafından hayatımızın ele geçirildiğini anlarız. Durumu değiştirmek için hamle yaparız ama artık çok geçtir. İlk hafta aldığımız yarım kilo altı ay sonunda yirmi kilo olmuştur, sebzeye ilk hafta gelen beş lira zam elli lira olmuştur, başlangıçta hissettiğimiz anlık bir hüzün artık hayatımızı kuşatan bir depresyona dönüşmüştür. Elimizden mücadele etme gücü ve başarı duygularımız alınmıştır. Hayatta bozguna uğramamak için uyanık olmalıyız. Ego faydalı bir şey değildir ve algılarımızı yok eder. Algısız bir insan ise pençeleri ve dişleri sökülmüş bir aslana benzer. Hayatımıza giren olumsuz olayların farkında olmalı ve iş işten geçmeden tedbirimizi almalıyız. Çünkü küçük siyah adamlar çok sinsidir ve bizi uyutup esaret altına alabilirler.

15 Eylül 2024 Pazar

Gülmek

 Hayat bazen üşütür. Kader bize soğuk şakalar yapan bir palyaço gibidir. Taksite girer ev alırız, işimizden kovuluruz. Aylarca bir koşu yarışına hazırlanır yarışa bir hafta kala ayağımızı burkarız. Yıllardır biriktirdiğimiz parayla küçük bir lokanta açarız pandemi ilan edilir sokağa çıkmak yasaklanır. O palyaço sürekli bizimle alayeder ve bize güler. Biz de ona gülelim. Sıkıntılara tebessüm edelim. Hayatın içindeki ironiyi fark edelim ve dertlerimize, tasalarımıza, kederimize karşı gülelim. Gülmek şükretmektir. Palyaçonun şakalarının bizde yarattığı soğukluğu ancak gülümsememizin sıcaklığıyla dengeleyebiliriz. Gülmek damarları genişletir, kan dolaşımını hızlandırır. Virüslerle savaşan hücrelerin sayısını arttırır, kan basıncını ve kan şekerini düzenler. Velhasıl kelam gülmenin faydaları say say bitmez. Gülelim dostlar.

12 Eylül 2024 Perşembe

Ekip

 Mum bir başka mumu tutuşturmakla ateşinden bir şey kaybetmez. Paramızın zekatı olduğu gibi bilgimizin de zekatı var. Benim yazı yazmamda ki en büyük motivasyon bu aslında. Hayattaki her bireyin kişisel deneyimi yaştan bağımsız olarak farklı oluyor. 60 yaşındaki biri 40 yaşındaki birinin deneyiminden faydalanırken o 40 yaşındaki biride 20 yaşındaki birinden bir şeyler öğrenebiliyor. Evrendeki herkes birbirlerine görünmez iplerle bağlı aslında. O ipler kalbimizden çıkıyor ve bir başka kimsenin kalbine bağlanıyor. Kendi başımıza bir anlam ifade etmezken diğerleriyle birlikte yapbozu tamamlıyoruz ve mana kazanıyoruz. Ekip olmaktan bahsediyorum. Ev işlerinde ana, baba, çocuğun ekip olmasından bahsediyorum, okulda biri fen derslerinde diğeri sosyal bilgilerde iyi olan iki arkadaşın ekip olup birbirlerinin eksiğini tamamlamalarından bahsediyorum, iki genç aşığın ekip olup hayatın zorluklarına birlikte göğüs germelerinden bahsediyorum hadi biraz makro örnek vereyim; filenin sultanlarının ekip olup avrupa ve dünya şampiyonu olmalarından, kurtuluş savaşında milletin Atatürk önderliğinde ekip olup vatanı kudtarmasından bahsediyorum. Vücudumuzda her bir organın farklı işlevleri varken ( gözler görür, kukaklar duyar, beyin düşünür, ağız yer ve konuşur, mide sindirir, ayaklar yürür, eller tutar ) ekip olarak çalışıp bir araya gelince insan denen anlamlı bir bütünü oluşturuyorsa bizde hayatımızdaki en basitinden en karmaşığına her işte kendi ekiplerimizi kurmalıyız. Boşuna dememişler " Bir elin nesi var, iki elin sesi var " diye.

10 Eylül 2024 Salı

Cam Tavan

 Cam tavan sendromunu duymuş muydunuz? Mümin Sekman kitabında şöyle bahsediyor. Pirelerle bir deney yapılıyor. Pireler 30 cm yüksekliğinde bir kavanoza konuyor ve kavanozun ağzına bir cam konuyor. Kavanoz alttan yavaş yavaş ısıtılmaya başlanıyor. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayıp kaçmak istiyorlar. Fakat her zıpladıklarında 30 cm yüksekliğindeki cam tavana çarpıyorlar. Deneyin ikinci aşamasında kavanozun üzerindeki cam tavan kaldırılıyor. Kavanozu yine alttan ısıtmaya başlıyorlar. Pireler zıplıyorlar. Ancak kavanozun ağzı açık olmasına rağmen pireler en fazla kavanozun yüksekliği olan 30 cm kadar zıplıyorlar ve kavanozdan çıkamıyorlar. Çünkü az önce deneyin birinci fazında zıpladıklarında tepedeki cam tavana çarptılar ve 30 cm den fazla zıplayamayacaklarını deneyimlediler. Pirelerin kavanozun ağzı cam tavanla kapalıyken kaçmaya inancı vardı ama imkanı yoktu. Kavonuzun ağzı açıldığında ise kaçmaya imkanı vardı ama inancı yoktu. Biz buna öğrenilmiş çaresizlik diyoruz. Bence bir çocuk dünyadaki en güçlü kişidir. Çünkü onun hayal gücü vardır. Albert Einstein " Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür, hayal gücü ise her yere " der. Bizler büyürken bize dayatılan eğitim sistemi ve sosyal yaşam tarafından hayal gücümüz yok ediliyor. Bir konuda başarısızlığa uğradığımızda yeniden denemekten vazgeçiyoruz. Çünkü toplumumuzda başarısızlık maalesef utanç verici bir şey olarak kodlanmış. Oysa başarılı insanlar mağlubiyetlerden ders çıkarmış ve sayısız tekrarların sonucunda başarıya ulaşmış kişilerdir. İnsanın sınırsız potansiyeli vardır ancak pek azı bu potansiyelini kullanır. Toplumun pire deneyinde olduğu gibi üzerimize kapattığı cam tavanın farkında olmalı, kavanozun ağzı açıldığında öğrenilmiş çaresizliğin bariyerlerini yıkarak en yükseğe sıçramalıyız. Bunun için büyürken bize unutturulan hayal gücümüzü yanımıza alalım, hedefleri büyük tutalım, tekrar ededim, denemekten vazgeçmeyelim ve potansiyelimizi gerçekleştirelim.

9 Eylül 2024 Pazartesi

Sefiller

 Victor Hugo'nun Sefiller romanı. Ben ona romanların Monalisa'sı diyeceğim. Arka planda Fransız Devrimi sonrası 1800 ler Fransa'sındaki ölümler, politik karışıklıklar, ordu ile isyancılar arasındaki sokak çatışmaları anlatılırken, Jan Valjan karakteri üzerinden vicdan, dürüstlük, fedarkarlık ve sevgi erdemleri tartışılıyor. Eski bir kürek mahkumu olan sefil bir haldeki Jan Valjan'ın evinde misafir olduğu bir piskopos tarafından gördüğü iyilik sonucu kalbindeki iyiliği keşfetmesi, toplum içinde yükselişi sonra doğruda kalmak için tekrar her şeyini feda etmesi ve bir kanun kaçağına dönüşmesi, Kozet adlı bir yetim kızı himaye edip ona babalık etmesi ve bu ikili arasındaki sevgi bağı okuru duygulandırıyor. Jan Valjan'ın kötülüğünü isteyen karakterler yozlaşmayı, sonucu her ne olursa olsun doğruda kalmayı seçen Jan Valjan ise iyiliği temsil ediyor. Bu baş yapıtta dram, gerilim, sevgi, aksiyon ve aşk var. Özellikle isyancılarla Fransız ordusu arasındaki sokak çatışmaları tarihin yazılmış en iyi savaş sahneleri olabilir. Victor Hugo'dan Sefiller. Okuyalım, okutalım.

5 Eylül 2024 Perşembe

Dürüstlük

 Dürüstlük bu devirde zor bulunan bir erdem. Kandırılmayı kimse hazmedemez. Hep dürüstlük ararız. Peki biz kendimize "Ben dürüst müyüm acaba?" diye soruyor muyuz? Öğrenciyken kopya çekeriz, işe girerken dayımızı araya koyar torpil yaparız, köşeye sıkıştığımızda pembe yalanlar söyleriz, eğlenceye gider alkollü araba süreriz, evde gürültü yapar komşumuzu rahatsız ederiz, geliri az gösterir vergi kaçırırız. Şimdi dürüst olun. Şu örneklerden en az birini aranızda yapmayanınız yoktur. Biz dürüst olmadıktan sonra toplumun nasıl dürüst olmasını bekleyebiliriz. Başkalarına karşı geçtim, biz kendimize karşı bile dürüst değiliz. İstediğimiz hayatları değil statükonun bize dayattığı hayatları yaşıyoruz. Kariyer, maaş, iş üçgenine hapsedilmişiz ve bir avuç azınlık emeğimizi sömürerek zengin olurken karşılığında gençliğimizi, en güzel yıllarımızı, ailemize ve kendimize ayırcağımız güzel zamanlarımızı çok düşük bir bedel karşılığında satıyoruz. Kaçımız hayal ettiğimiz işte çalışıyor? Kaçımız yapmak istediği şeyleri gerçekten yapabiliyor? Kendimize "Ben gerçekten mutlu muyum? " diye soruyor muyuz? Kapitalizimin iş adını verdiği modern kölelik düzeninin zalimce dönen çarklarında umutlarımız, hayallerimiz ve özgürlüğümüz törpülenmiş. Çocuğumuzun büyüyüşünü, eşimizle paylaşacağımız romantizmi, sahilde keyifle içeceğimiz bir kahvenin bize vereceği keyfi kaçırıyoruz bu çılgın hayatın içinde. Sadece barınma ve karın tokluğu için patronlarımıza ipotek ettiğimiz hayatlarımızda kendine, sevdiklerine ayıracağı zamanı, duyguları, umutları, enerjisi elinden alınmış robotlara dönüşmüşüz. Bilim adamları boşuna uğraşmasın insansı robot yapacağız diye... Bu modern kölelik düzeni insanları; avuç içlerindeki ekranlara hapsolmuş zihni, kalbi esir alınmış robotlara dönüştürdü bile. Velhasıl kelam dürüst olacağız. Önce kendimize karşı. Zincirlerimizi kıracağız ve özgür olacağız. Özgürlüğü ve dürüstlüğü tabandan toplumun geneline yayacağız ve yanımızdaki uyuyanı uyandıracağız. Aydınlanma böyle gelecek.

3 Eylül 2024 Salı

Duygu Demeti

 Bugün hepimizin hayatında yaşamış olduğu bir konudan söz edeceğim. Geçmişimizde bulunduğumuz bize iyi yada kötü hatıraları hatırlatan mekanlar, kişiler yada olaylar. Eski sevgilimizle fi tarihinde tatile gittiğimiz sahil kasabası mesela.İnsanoğlu duygularını yoğun yaşadığı yerlere duygu demeti bırakır. Misal sevgilimizi kaybetmişsek ve yıllar sonra aynı kasabaya yolumuz düşmüşse kalbimiz o eski hatıralarımız olan mekanı kare kod okur gibi okur ve aynı duyguları anımsatır bize. Çünkü o mekan o kişiyle kodlanmıştır ve oraya duygu demeti bırakmışızdır. Bu kayıpla helalleşemediysek hüzünleniriz çünkü sevgilimizi özleriz. Eğer helalleşmişsek sadece orada yaşadığımız güzel anları yada anıları yâd ederiz. Bize eski günlere götüren radyoda çalan bir şarkı, bir ortam yada bir obje. Duyguların olaylara yada mekanlara kodlanmasından bahsediyorum. Mesela ben sevgilimle Galata Kulesinde bir akşam yemeği yemiştim ve ondan ayrıldıktan sonra ne zaman İstanbul'a gitsem Galata Kulesini uzaktan bile görsem kalbimde bir acı hisseder üzülürdüm. Onu özlerdim.Peki ne yapmalı? Bazı uzmanlar mekanlara asla duygu demeti bırakmayın diyorlar. Eski sevgilinle Galata Kulesine gitmişsen gir yeni sevgilinin koluna ve onu da aynı Galata Kulesine akşam yemeğine götür gibi. Yada vakti zamanında bir piknik alanında çok kötü bir olay yaşamışsan oraya yeniden git ve bu sefer güzel hatıralar yaşa gibi... Bu bir çözüm. Ama ben kişilerin, olayların, mekanların ve objelerin duygularla kodlanması gerektiğine inanıyorum. Deneyimlerin zamanın durgun sularına emanet edilmesi ve zamanla kötü veya iyi anılarla helalleşilmesi yani onları olgunlukla kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsan yirmilerinde çok hassas ve kırılgan olabiliyor. Olaylara gereğinden fazla duygusal tepkiler verebiliyor. Ama kırklarından itibaren kalbe bir olgunluk geliyor. Olayların üstüne çıkabilme gücü kazanıyor. Size tavsiyem artık size uzak olan hatıraları anımsatan mekanlarla, kişilerle, olaylarla, objelerle barışık olmanızdır.

1 Eylül 2024 Pazar

Sonbahar

 Yine bir son bahara girdik. Kurşuni gökyüzünün altında, sokaklara dökülen sarı yaprakların arasında, hafiften hüzün kokan bir havada, sıcaklardan soğuğa, coşkudan durgunluğa, kalabalıktan yalnızlığa yapılacak bir başka yolculuk daha... Ben son baharı insanın orta yaşlarına benzetiyorum. Otuzlu, kırklı yaşlara. Kayıplar genelde bu yaşlarda oluyor, kalabalık geldiğimiz bu hayatta giderek tenhalaşıyoruz. Tanıdıklarımız tek tek dökülüyor dallardan. Gençliğimizde hep mavi gördüğümüz hayatın grileşebileceğinin de farkına varıyoruz. Ölümü hatırlıyoruz. Gençliğin lay lay lomunun içinde bize fersah fersah uzak görünen ölümü... O son bahar yağmurları yok mu o sonbahar yağmurları. Rahmet görünümünde olan ama ıslattı mı bizi hasta eden yağmurlar. Ben onları mal, mülk, mevkiye benzetiyorum. Zahirde insana tatlı gelen ama batında insanı hasta eden şeyler. Tevazudan bir şemsiye gerek ıslanıp bozulmamak için. Birde kuşlar vardır. Gençliğimizde kalbimizin içinde kıpırdayan umutlar, hayata dair hayaller gibi. Kimisi gerçekleşmiş kimisi yarım kalmış hayaller... O kuşlar kendine her daim taze hayat gençlik arar. Sonbaharda o hayallerde kanat çırpıp uçarlar. Onları durduramayız. Kendilerine yeni baharlar bulurlar. Kış yakındır. Kışa hazırlanmak gerek geriye kalan bir çeyrek ömürde. Aslında kışa baharda, yazda hazırlanmak gerekir ama sonbahar insana verilmiş son şanstır. Sonbahar hayatla yapacağımız son danstır. İyilik biriktirmek gerek. Bulutların arasından güz güneşi gibi bir tebessüm, ömrünü adayacağın bir begüm, Allah aşkıyla sarhoş olacağın bir üzüm, cehennemden beraat ettirecek bir hüküm gerekli. Bunlara kavuşacak olan iyi niyetli. Bu sonbahar. Senin için son şans, hayatla edeceğin son dans. İyi değerlendirmeli kalan vakti...