31 Ocak 2024 Çarşamba

Boey'in Hikayesi

 



Resme bakıp bu paylaşımı futbol yazısı zannetmeyin. 23 yaşında genç bir adam olan Sacha Boey'in ilham verici hikayesini siz sevgili okurlarımla paylaşmak istedim. Boey 2,5 yıl önce Galatasaray'a transfer oldu. O zaman Fatih Terim vardı. Sahadaki sonuçlar istenildiği gibi olmadığı için sezon ortasında Terim'le yollar ayrıldı ve Torrent adında bir İspanyol teknik direktörle anlaşıldı. Torrent yarım sezon kaldı ve giderken Sacha Boey hakkında yönetime olumsuz bir rapor verdi. " Boey bu takımda oynayacak çapta bir futbolcu değil, takımdan gönderilmeli " gibi şeyler söyledi.  2022 yazında Galatasaray'a yeni yönetim ve teknik direktör geldi. Ve onlar Torrent'in raporunu göz önüne alarak Sacha Boey'i sezon öncesi hazırlık kampına dahil etmediler. Galatasaray yurt dışında kamp yaparken Boey tesislerde kaldı ve yalnız başına çalıştı. Bir futbolcu için ne kadar onur kırıcı ve moral bozucu bir durum. " Biz seni takımda düşünmüyoruz, takıma almıyoruz. Sen tesislerde kal ve yalnız başına çalış " Sezon başladı bir sakatlık oldu ve Teknik direktör Okan Buruk elinde o mevkide başka alternatif olmadığı için mecburen Boey'i sahaya sürdü. Boey şansını iyi kullandı ve geçen sezon formayı kaptırmadı. Sahaya güç,enerji, mücadele ve yetenek ortaya koydu. Müthiş oynadı ve onun da katkılarıyla Galatasaray ligi şampiyon bitirdi. Sanki sezon öncesi kampa dahil edilmeyen Boey tesislerde yalnız başına çalışırken içine süpermen kaçmış sağ kanatta temposu, hırsı, hızıyla sahada kasırga gibi esiyordu. Bu sezon Galatasaray'ın avrupa maçlarında da standardını bozmayan Boey Bayern Münih'in dikkatini çekti ve Alman devi Boey'i 30 milyon avro karşılığında kadrosuna kattı. Bayern Münih öyle tırışka bir takım değil. Dünyanın en büyük kulüplerinden biri. Galatasaray alırken 1,150 milyon avro ödemişti ve satarken 30 milyon avro kazandı. Düşünün daha bir buçuk yıl önce hakkında " işe yaramaz, gönderilsin " denen bir oyuncu takımın yaz kampına alınmıyor, enseyi karatmadan tesislerde yalnız başına azimle, inançla çalışıyor. Forma şansını bulup bir daha kaybetmiyor ve dünyanın en büyük kulüplerinden birine transfer oluyor. Boey'in hikayesi bize şunu anlatıyor. Başkalarının bize yapamazsın, başaramazsın demesine bakmadan kendimize olan inancı korumalı, çok çalışmalı ve hırsımızı işimize yansıtmalıyız. O fırsat muhakkak bir gün gelir. Geldiğinde hazır olmalı ve başarıya yürümeliyiz. Boey'in 22 yaşında böyle bir mental güce ve olgunluğa sahip olması olayın takdir edilesi başka bir tarafı. Biz senden razıyız Boey. Yolun açık olsun.

30 Ocak 2024 Salı

Dalkavuk ve Soytarı

 



İlhan Selçuk Düşünüyorum Öyleyse Vurun adlı kitabında dalkavukluk ve soytarılık hallerini bakın nasıl anlatmış. " Dalkavuk, doğunun ürünüdür, soytarılık batının. Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır. Kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir. Tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir hem dışında. Soytarı ' Evet efendimci ' değildir. Kimi zaman efendisini bile mizah ile iğneleme yetkilerini benliğinde bulabilir. Batı dünyasının hoşgörü kuyusundan çıkrıkla çekebildiği kadarınca yergilerini bağlı bulunduğu egemenin yüzüne karşı söyleyebilir. Böyle durumlarda kralın suratı asılır bir an, ama aldırmaz görünür. Canım bir soytarının söylediğinin, soytarılıktan gayrı ne anlamı olabilir? Soytarı, zanaatın koşullarında, kişilere ve olaylara yönelik yergileri gülmeceye dönüştürüp taşı gediğine koymasını bilen kişidir.

Dalkavuk doğuya özgüdür. Ne iğnesi vardır dalkavuğun, ne yergisi ne de eleştirisi... Dalkavuğun görevi ya ' Evet efendim ' ya da 'Sepet efendim ' ile bağlanır. Soytarı balonları iğneler, dalkavuk balonları şişirir. Ne olursa olsun, ister yüksek makamda bulunsun, ister yargı kurumunda olsun, ister bilim adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın, dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazarlar. Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır. 
Hey gidi dalkavuk... 
Sana soytarı bile denemez, çünkü soytarılık senin için rütbe sayılır. Sen dalkavukluk için belini kırıp ikiye katlanırken, senin görüntüne bile katlanmak ne acı... "

29 Ocak 2024 Pazartesi

Zekat

 



Zekat kavramını duymuş muydunuz? Zengin olanın malının kırkta birini ihtiyacı olan yoksullara vermesiyle ilgili. Peki zekat sadece parayla mı verilir? Mesela tanımadığımız insanlara bile gülümseyerek neşemizin zekatını veremez miyiz? Mesela güzel kelimelerimizi hoş sözlerimizi insanlarla paylaşarak fikrimizin zekatını veremez miyiz? Bir sorunun çözümüne yardımcı olarak bilgimizin zekatını veremez miyiz? Ya da hayatta hep doğruda kalarak ahlakımızın zekatını veremez miyiz? Hayat her zaman güzel gitmiyor.Sıkıntı, acı çektiğimiz dönemler de oluyor. Aslında bu kötü dönemler çoğunluğu sağlıklı, huzurlu olan hayatlarımızın zekatı değil midir? İnfak etmek yani paylaşmak bereket getirir. Tebessümümüzü paylaşalım neşemiz artsın. Hayatın bizi sınadığı olaylar karşısında doğruda kalalım ahlakımız artsın. Bakın sevgiyi unuttum. İçimizde ki sevgiyi başkalarıyla paylaşarak sevgimizden zekat veririz. Yani zekat vermek için illa zengin olmaya gerek yok. Eğer kalbimizi sevgiyle doldurmuşsak, ahlaklıysak, bilgiliysek, neşeliysek zaten gerçek manada zenginiz demektir. Ve para bu saydıklarımı satın alamaz. Hepinize güzel bir hafta diliyorum. Mutlu olun. Çünkü mutluluk ibadettir. Aşık olun. Çünkü aşk dindir,yoldur. Ve sevgiye sahip olun. Çünkü sevgi Tanrı'dır.

28 Ocak 2024 Pazar

Meme Vergisi

 



Hindistan'da 1800 lerin başında Travancore eyaletinde kadınlardan meme vergisi alındığını duymuşmuydunuz?

Eskiden Hindistan'da kast sisteminde düşük seviyede olan kadınlara vergi memurları gider kadınların memelerini elleriyle yoklar eğer kadınlar memelerini örten kıyafetler giymek istiyorlarsa onları vergiye tabi tutarlardı. Tabi düşük kast sisteminde olan kadınlar fakir oldukları için bu vergiyi ödeyemezler ve çıplak dolaşmak zorunda kalırlardı. Ta ki Nangali adında bir kadın ortaya çıkana kadar.

Nangali ve kocasıyla fakir ama mutlu bir hayat sürüyordu. Bir çiftlikte çalışıp geçimlerini sağlıyorlardı. Birgün vergi memurları geldi ve kocasının yanında kadının memelerine elleyerek kontrol ettiler. Bir ay sonra yine kontrole geleceklerini söylediler. Nangali durumdan çok rahatsız oldu ve o gece kocasına " Sen benim eşimsin, ben kendi bedenimi istediğim biçimde korumak istiyorum. Özgürce giyinip bu konuda vergi ödemeyeceğim. Bu konuda benimle yürür müsün? " diye sordu. Kocasının desteğini aldıktan sonra o saçma sapan kanunu takmadan göğüslerini örten kıyafetler giymeye başladı.

Bir gün kapı çaldı. Vergi memurları gelmişti. Kadının üzerindeki yasa dışı kıyafetleri gördüler. Kadın onları kontrollerini yapabilmeleri için içeri davet etti. Soyundu ve bir orakla memelerini kesip kanlar içindeki memelerini vergi memurlarının önüne fırlatırken " Alın ben vergimi ödedim. Bizi rahat bırakın artık " diye bağırdı. Nangali çok kan kaybetmişti ve öldü. Nangali'nin ölümü tüm ülkede duyuldu ve ülke çapında bir isyan dalgası başlattı. Yönetim bu isyanlar karşısında meme vergisini kaldırmak zorunda kaldı. Ve Hindistanlı kadınlar Nangali adlı cesur kadının kendi kanını dökerek başlattığı isyanla insanca yaşamaya kavuştu.

27 Ocak 2024 Cumartesi

İhanet

 İhanet affedilmez. İhanet orduya savaşlar kaybettirir, halkı esarete sürükler, özgürlüğümüzü elimizden alır. Hayat tarzımız bizi sevdiğimiz şeylerden alıkoyuyorsa bize ihanettedir. Kendine şunu sor: hayat bana ihanet ediyor mu? Ediyorsa eskisini kov ve sana sadık olacak bir hayatı seç. Bu kolay bir şey mi diye soruyorsun. Seni temin ederim ki özgür olmadığın bir hayatın sana yaşattığı acının yanında kendi devrimini yaparken çekeceğin acı bir hiç olacaktır. En son ne zaman kahveni koyup bir kitap okudun? En son ne zaman dışarı çıkıp mis gibi bir yürüyüş yaparken ciğerlerine oksijen doldurdun? En son ne zaman sinemaya gidip ( Bakın evde işten yorgun argın gelip uyuklarken netflix den izlediğin filmden bahsetmiyorum ) güzel bir film izledin? En son ne zaman arkadaşlarınla bir araya gelip kafede çay içerken dertleştin? En son ne zaman tatile gittin? ( Şehrin dışına doğaya çıktın, piknik yaptın, yada bir çadırla ormanda hafta sonunu geçirdin. Bu da tatil sayılır ) Şehirden kaçabildin mi? Bu şehir senin tabiatının üzerine global düzen tarafından kurulmuş mesai-kariyer-geçim kaygıları ile yönetilen ve ormanlarını, nehirlerini, denizini betonlaştırmış ve hatırlamadığın bir tarihten beri sana tabiatını unutturmuş bir şehir. Peki tabiatım ne diye soruyorsun şimdi. Tabiatın özgür olma, tabiatın stressiz huzurlu yaşama, tabiatın olayları sorgulama ve fikir üretecek vakte sahip olma, tabiatın seni mutlu eden şeyleri yapma ve tabiatın kendinle başbaşa kalıp ruhuna bakma. Yani içindeki Tanrı'yı hatırlama. En son ne zaman Tanrı'yı hatırladın? Bugün kendine bir sor sevgili okur. Hayat bana ihanet ediyor mu? Ve kendi devrimine başla. Özgürlük için. Yıllar önce unuttuğun tabiatın için.


26 Ocak 2024 Cuma

Masal

 

Prens, prensesin alnından öptü ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar. Peki prens eve yemek getirmek için hiç mi ava gitmedi? Avda işlerin ters gidip prensin eve sinirli döndüğü hiç mi gün olmadı? Prensesin hanım arkadaşlarıyla çay sohbetinde ki kadınlar mücevherlerini gösterip caka satarlarken bizim takısı olmayan prenses hiç mi kendini ezik hissetmedi ve içine atıp atıp sonra kocasına somurtmadı? Çamaşır, bulaşık, temizlik işlerinden bunalan ve yorgun düşen prenses kocası sevişmek isteyince hiç mi kocasını terslemedi? Buna bozulan prens bara gidip arkadaşlarıyla bira içip eve sarhoş dönünce prenses hiç mi " Ayy sen sarhoşsun git salonda yat " demedi. Prens ve prenses hiç mi kavga etmediler, ilişkilerinde iniş çıkış yaşamadılar. Bu çiftimiz hiç mi ihtiyarlamadı, prens prostat olup çişini tutamazken, prenses bunayıp kocasını her gün azarlamadı? Prens ve prensesin sonsuza kadar mutlu yaşayacakları tek yer masallardır. O da bu dünyada maalesef mümkün değil.
Bir şeyin sürekli olunca kıymetli olması fikrine kapılmışız. Oysa ki mutluluk film gibi akan bir şey değil. Mutluluk bir fotoğraf. Ne kadar çok biriktirirsek o kadar şanslıyız. O foğraflar bina ettiğimiz hayatımızın kolonlarını oluşturuyor. Hayat bizi ne kadar zorlarsa zorlasın yükümüzü o mutluluk fotoğrafları taşıyor.
Mutluluk anahtarlığınıza taktığınız her biri içeri girince sizi tebessüm ettiren odaların anahtarları. O anlara( fotolara ) bakınca o odalardan içeri giriyorsunuz. O anahtarlıkta bir sürü anahtar var. Çocukken henüz kaybetmediğiniz aile büyükleriyle geçirdiğiniz bayramlar, üniversiteyi kazandığınız anki heyecan, sevgilinizle asla tekrarlanmayacak ilk flört anlarınız, hastane odasında bebeğinizi kucağınıza aldığınız an ve niceleri... İşte bunlara bakınca içinizden bir şükür geçiyor. Yada her şey şükür olmuş siz onun içinden geçiyorsunuz. Bu her şeye mutsuzluklar da dahil. Hayatın toplamı şükür. Bunu idrak edince kendi masalınız başlıyor. İşte şimdi prens prensesi alnından öpebilir ve sonsuza kadar mutlu olabilirler.

25 Ocak 2024 Perşembe

Giyotinde Bilim

 





Lavoisier modern kimyanın babası olarak kabul edilir. Fransızdır. Ömründe iki devrim görmüştür. Birincisi yüzyıllardır simya adı altında yürütülen çalışmaların modern kimya bilimine evrilmesi. İkincisi ise Fransız Devrimidir. Lavoisier mahkemeye çıkarılır ve 51 yaşında idama mahkum edilir. İdamından önce arkadaşı matematikçi Langrange'a şöyle der " Giyotin başımı kestikten sonra gözlerime bak. Eğer kırparsam bu beynin kafanın vücuttan ayrıldıktan bir kaç saniye sonra düşündüğü anlamına gelir " Lavoisier idam edilir ve giyotin kafasını kestikten sonra gözlerini kırpar. Lavoisier'in ölüm anında bile bilimsel ispat arayışı bilimselliğin sürekli yanacak meşalesidir. Bilimadamları tarih boyunca keşiflerle karanlığı insanlar için aydınlatmaya uğraşırken gücü elinde tutan bağnaz muktedirler onları mahkum etmiştir. Lavoisier' i idama mahkum eden yargıca " Lavoisier Fransa için çok değerli ve gerekli bir bilimadamıdır " dendiğinde Yargıç " Fransanın bilimadamlarına ihtiyacı yoktur " demiş ve idam hükmünü vermiştir. Bilim uyanış demektir. Uyanış ise halkın yaşamı sorgulaması ve bağımsızlık talep etmesi demektir. Bilimin ateşi ile bağımsızlığın ateşi kardeştir. Duyduklarımıza inanmak yerine düşünmeliyiz. Çünkü günümüzde propaganda aygıtları dünyayı yöneten uyanmamızı istemeyen bağnaz global karar vericilerin elinde. Okumalıyız, sorgulamalıyız ve uyanmalıyız. Bunları tarih boyunca toplumu aydınlatmak için bilim meşalesini yakan ve taşıyan ve canlarıyla, esaretleriyle bedel ödeyen bilimadamlarının aziz hatırası ve onlara saygı için yapmalıyız. Ve kendimize saygımız varsa sorgulayıp özgür bireyler olmalıyız.

24 Ocak 2024 Çarşamba

Sokrates ve Evlilik


 Sokrates'i bilirsiniz, duymuşsunuzdur. " Bildiğim tek şey hiçbirşey bilmediğimdir " sözünün sahibi Yunan filozof. Sokrates evliymiş ve karısıyla geçinemiyormuş. Birgün Sokrates öğrencilerini toplamış ve sokakta yürürken ders yapıyorlarmış. Yürürlerken Sokrates'in evinin sokağına gelmişler. Sokrates ve öğrencileri tam Sokrates'in evinin önünden geçerlerken karısı bulaşık yıkadığı suyu pencereden Sokrates'in başından aşağı boca etmiş. Sokrates kirli bulaşık suyuyla sırılsıklam olmuş. Durmuş, durmuş ve öğrencilerine şöyle demiş: " Evlenin arkadaşlar. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, karınız kötü çıkarsa filozof olursunuz " Günümüzde evlilikler yürümüyor. Boşanma oranları artmış durumda. Tüketim çağındayız. Global karar vericiler tarafından bir kuşak önce zihinlerimize tüketim kültürü zerk edildi. O kuşağın çocukları bugünün yetişkinleri bugün bunun acısını çekiyor.Her şeyi hızlı yaşıyor hızlı tüketiyoruz. Eskiden 5 sezon süren dizilerin yeni bölümü için bir hafta heyecanla bekler, dizi başlayınca pür dikkat diziyi seyreder dizi bittikten sonra bir hafta boyunca dizinin etkisinde kalır keyfini yaşardık ta ki gelecek haftaki yeni bölüme kadar. Dizi platformlarının hayatımıza girmesiyle artık 5 sezonluk diziyi günde peşpeşe 8 bölüm izleyerek 5 günde bitirebiliyoruz. Tv de dizi oynarken bir yanda instagrama fotoğraf koyuyor bir yandan tweet atıyoruz. Kendimizi olaya veremiyoruz, olayı içselleştiremiyoruz.Hayatlarımız da bu yeni nesil dizi izleme kültürü gibi oldu. 40 yıl sürecek birliktelikleri 4 yılda tüketiyoruz. Tahamülümüzü ve toleransımızı kaybetmişiz. Evlilik bir maraton ama biz onu 100 metre yarışı gibi algılamaya başladık. Hızlı başlıyoruz, hızlı tüketiyoruz ve maratonun başında soluğumuz kesiliyor. Yeni dünyanın bu hızıyla ne yapacağız bilemiyorum.

23 Ocak 2024 Salı

Uğur Mumcu Neden Öldürüldü?

 



Ölüm yıldönümünde Uğur Mumcuyu anıyoruz. Peki Mumcu neden öldürüldü?1970'li yıllarda devletin üst kademesinde gizli toplantılar yapıldı. Bu toplantılarda Türkiye'nin enerjide dışa bağımlı olduğu ve bu durumun ileride devlete zarar vereceği konuşuldu. Türkiye'nin önünde iki seçenek vardı. Birincisi petrol bakımından zengin bölgeleri( Türkiye'nin güneyi) işgal etmek. Bu askeri açıdan mümkündü. Ama dünyada yaratacağı imaj ve yaşayacağımız baskılardan ötürü mümkün değildi. İkinci seçenek ise kurucu liderleriyle çok önceden gizli anlaşmalar yapacağımız Türkiye'nin kontrolünde bir Kürt devleti kurulması. Kürt devleti bizim kontrolümüzde olacağı için topraklarındaki yer altı zenginliklerinden faydalanabilecektik. Bu devletin temellerinin atılabilmesi için güney doğu bölgelerimizde yapılacak silahlı eylemlerle geleceğin Kürt devletinin çekirdeğini oluşturacak örgütün propaganda yapması ve palazlanması sağlanacaktı. Bir akşam Ankara'da üniversite okuyan bir genç yurdundan alındı ve Gölbaşındaki bir villaya getirildi. Karşılaştığı insanları görünce eli ayağına dolaştı. Karşısında Cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı, MIT müsteşarı ve komutanlar vardı. Kendisine örgütü kurma görevi tebliğ edildi. Genç devletin kontrolünde kurulacak Kürt devleti sonrası devletin petrole kavuşabilmek için kendi sınırlarında akıtılacak masum kanını kabullenmesi karşısında dehşete kapıldı. PKK kuruldu. 1970 li yıllarda gölbaşındaki bu gizli toplantının mahremiyetini tehlikeye atacağı düşünülen askerler, bürokratlar ve gazeteciler derin devlet tarafından bir bir infaz edildiler. Rahmetli Uğur Mumcu da Gölbaşındaki bu gizli toplantının izini sürüyordu. 

Gulyabani

 Hüseyin Rahmi Gürpınar. Edebiyatımızın en önemli yazarlarından biri. Ben komik adamları seviyorum. Gürpınar'ın romanlarında mizah hep ön planda oluyor. Her seferinde beni güldür


meyi başarıyor. Mizahı da öyle argo-küfürle yapmıyor. Kelime oyunları ve zekasıyla yapıyor. Gulyabani kitabını okudum. Hani Süt Kardeşler filmini hatırlarsınız. Kemal Sunal, Şener Şen ve diğer yıldızların oynadığı komedi filmi. O filmi sevdiyseniz bu kitabı da seveceksiniz. Size gülme garantisi veriyorum.O filmde geceleri ortaya çıkan ecinnilerden minare boyunda ürkünç bir Gulyabani vardı. Gürpınar bu romanı 1911 de yazmış. Belki de Süt Kardeşler filmi bu romandan esinlenmiştir, bilemiyorum. Gürpınar 1864 doğumlu ve 1944 de vefat etmiş. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişe tanıklık etmiş. Metinlerinde eski dönemin sosyo-kültürel yapısı hakkındada fikir edinebiliyorsunuz. Bunu çok değerli buluyorum. Bu sayede geçmişi analiz edip sağlam bir gelecek kurma şansına sahip oluyorsunuz. Roman Muhsine adlı genç bir kadının İstanbul dışında bir köşkte hizmetçi olarak bulunma macerasını konu alıyor. Ancak bu köşk normal değil. Köşkün sahibesi aklını oynatmış ve her gece köşkü cinler, periler ve Gulyabani basıyor. Bunun normalde korku romanı olması gerekirken Gürpınar'ın hünerinden çıkan cümlelerle en korkunç konuyu bile komedi havasında yaşıyorsunuz. Kitap muhteşem bir finalle son buluyor. Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan Gulyabani. 131 sayfalık incecik ve 30 lira fiyatıyla ülkenin şu gergin gündeminde size olayların üzerine çıkıp nefes aldıracak eğlenceli, keyifli bir zaman vaadediyor.

Kıskançlık

 Kıskançlık, hepimizde az çok olan bir duygu. İlk ortaya çıkışı ezelde şeytanın Adem'i kıskanmasına dayanıyor. Allah insanı yaratıyor ve meleklere " Ben onu sizden üstün yarattım Adem'e secde edin " diyor. Meleklerin biri hariç hepsi secde ediyor. Biri hariç, o da şeytan. Şeytanın o zaman ki ismi Azazil. Azazil meleklerin hocası ve onlara ders veriyor. İşte o şeytan tarihteki ilk kıskançlık duygusunu yaşıyor ve Allah'a " Sen beni ateşten yarattın, Adem'i topraktan. Ben daha üstünüm ona secde etmem" diyor. Allah şeytanı kovuyor. Şeytan giderken " Bana kıyamet gününe kadar mühlet ver, yarattığın insanların zayıf olanlarını azdıracağım ve saptıracağım " diyor. Allah " Mühlet verilenlerdensin, yemin olsun cehennemi şeytanlardan ve sana uyan insanlardan dolduracağım " diyor ve şeytanla insan arasındaki savaş başlıyor. Buraya kıskanma duygusundan geldik. Kıskanmak şeytani kötü bir duygudur. Kıskançlık kendini yetersiz gören, kompleksli kişilerde ortaya çıkar. Başkasının fazlalıkları o kıskanç kişiyi rahatsız eder. Kıskanç olanlar diğerlerine tuzak kurarak, ayak oyunları yaparak aşağı çekmeye çalışırlar. Tıpkı şeytan gibi... Kıskançlık çok tehlikelidir. İnsanı şükürden uzaklaştırır. Kadere isyan ettirir. Kıskançlık halinden memnun olmama ve hayata teşekkür etmeme halidir. Bunun sonucu mutlak mutsuzluktur. Komşunun arabasını, her yıl gittiği tatilleri kıskanan birisi farkında değildir ama yavaş yavaş beynine ektiği küçük kıskançlık tohumları neticesinde bir süre sonra zihnini zehirleyip ele geçiren uğursuz bir mutsuzluğun pençesine düşer. Kıskanmayalım sevgili okur. Birinde bizde olmayan bir fazlalık gördüğümüzde maşallah diyelim. Hepimiz ressamı Tanrı olan evren tablosundaki bir fırça darbesiyiz. Birbirimizden farklı değiliz.Hayatın bir parçası olmaktan mutluluk duyalım. Bir şeyleri çok arzu ediyorsak o sinsi kıskançlık zehrini motivasyona dönüştürelim ve çabada olalım. Olur olmaz ama çabada olalım ve kendi hikayemizle mutlu olmayı bilelim. Unutmayın:

Aşk din,
Mutluluk ibadet,
Sevgi ise Tanrıdır...

21 Ocak 2024 Pazar

Ney Gibi Olmak

 Çakra, çakraları açmak ifadesini duymuşsunuzdur. Çakralar insan bedenindeki enerji noktalarıdır. Bir insanın omurgasından kafasının tepesine kadar 7 ana çakrası bulunur. Meditasyon ve değişik tekniklerle vücudumuzdaki bu 7 ana enerji noktasını aktive ederek ruh,beden ve zihin dengesini kurarak şifalanabilirsiniz. Tasavvufta insan bedeni neye benzetilir ve neyin de 7 deliği vardır. Tıpkı vücudumuzdaki 7 çakra gibi, 7 felek... Ve nefsini terbiye eden, imtihanlarla yanarak vücudu yani o kamış üzerindeki yedi delik( çakra, felek )açılıp insan neye dönüşünce artık kendi olmaktan çıkar ve kendisine üfleyenin sesini çıkarmaya başlar. Ve evrenin sırrından nasiplenir. Bu son iki cümleyi derin derin düşünmenizi tavsiye ediyorum. Ney gibi olmanın hikayesi 1400 yıl öncesine dayanır. Hz. Ali peygamberimizin sırdaşıdır. Bir gün Hz. Muhammed ona evrenin sırrını anlatır ve kimseye söyleme der. Bu öyle büyük bir sırdır ki Hz. Ali içinde daha fazla tutamaz ve gidip bu sırrı kör bir su kuyusunun içine haykırır. Sırrın gücü karşısında kuyudaki su kabarır, dışarı taşar. Taşan su kuyunun yanında kamışlar yetişmesine neden olur. Bir çoban o kamışlardan birini keser ve ney yapar. Çoban o neye üfleyip çalmaya başlar. Hz. Muhammed neyin sesini işitir ve Hz. Ali'ye " Ben sana sırrı kimseye söyleme dememişmiydim? " der. Hz. Ali " Bağışla beni ben hiç kimseye söylemedim, öyle güçlü bir sırdıki dayanamayıp sadece gidip su kuyusunun içine haykırdım " der. Hz. Muhammed " Şu çobanın üflediği neyden çıkan ses evrenin sırrıdır " der.

19 Ocak 2024 Cuma

Bilinmezlik

 Bilinmeyenle barışık değiliz. Biz insanlar soru işaretlerinden oldum olası korktuk. Öylesine korktuk ki modern matematik, fizik bilimi soru işaretine olan bu korkumuz sebebiyle doğdu.  Soru işaretlerinin çözümü için geliştirdiğimiz formüller insanlığın faydasına oldu. Havada saatlerce kalabilen uçaklar, yolda giden arabalar, enerji santralleri ve her sorumuzun cevabını bir kaç saniyede veren Google babayı icat ettik. Biz bilinmeyene olan korkumuzu bilime çevirdik ve teknolojiyle dünyaya hükmettik. Ama kendimize yani nefsimize hükmetmeyi başaramadık. Piyasa kişisel gelişim kitaplarından geçilmiyor. Hep bir formül peşindeyiz. Sevgilimizle, ailemizle, çocuğumuzla yada iş yaşamımızla nasıl kusursuz ilişkimiz olabilirin peşindeyiz. Hayatla kusursuz bir diyalog kurmanın hayalini kuruyoruz. O kişisel gelişim kitaplarından yada sosyal medyadaki uzmanların videolarından bunun formülünü arıyoruz. Çocuklarımız büyüyorken yüreğimize kocaman bir soru işareti oturuyor. Çok fazla Big Mac yemiş obez bir soru işareti bu, soluğumuzu kesiyor. " Ya çocuklarım ahlaklı yetişmezse, ya çocuklarım iyi tahsil almazsa, sevgilimle şu an iyiyim ama ya onu kaybedersem... " Bilinmeyenle barışık değiliz. Sorulara alışık değiliz. Her birimiz sahip olduklarını, sınırlarını ve kaynaklarını garanti altına almaya çalışan küçük birer emperyalist devlete dönmüşüz. Hayatla kusursuz diyaloğa sahip olmanın ve garanti bir geleceğin formülünün peşindeyken kendi kendimizi tüketiyoruz. Şunu anlamamız gerekiyor: hayatta sorular ve bilinmezlikler olmasaydı beynimizde olmazdı. Bize beyin boşuna verilmemiş. Yürürken ayaklarımızı, yemek yerken elimizi kullandığımız gibi sevgilimizle, çocuklarımızla, işimizle ve hayatla olan ilişkimizde aklımızı kullanacağız. Unutmayın ki hayat karşınıza halen sorular ve bilinmezlikler getiriyorsa bu iyi haber çünkü hayat sizi halen muhatap alıyor demek ki... Sahip olduklarınız; eş, çocuk, iş tüm bunlar sizin için açılmamış fiyonglu bir hediye paketi. Onlarla ilgili zihninizde beliren geleceğimiz ne olacak sorularını bir kenara bırakın. Onlar sizin hediyeniz. Ve hediye hiç kötü çıkar mı? Yaşayın, sevin, kendinizi adayın ve yaşadıkça soruların cevaplarını yavaş yavaş bulun ve mutlu olun. Bilinmezlikle helalleşin ve kabul edin. Hiç sonunu bildiğiniz bir kitabı okurken zevk alır mıydınız. Unutmayın; hayatın tadı bilinmezliğinde.

17 Ocak 2024 Çarşamba

Hata

 Hata yapmaktan korkuyoruz. Okullarda üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü, yanlış bir eylemin iş yaşamında patronu köpürttüğü, yanlış yatırımın kapitalinizi süpürdüğü bir hayatta yaşıyoruz. Hatadan çekinmemiz daha ilkokul sıralarında küçücük bir çocukken başlıyor. Öğretmen bizi tahtaya kaldırıyor, soruya yanlış cevap veriyoruz ve tüm sınıf bize gülüyor. O an utanıp yerin dibine geçiyoruz. Modern yaşam bize hatasız hayatlar rüyası kurduruyor. En basitinden instagrama koyduğumuz fotolarda bile bir kusursuzluk hali sergilemek istiyoruz. İnsanoğlunun hataya ilişkin korkusu zannedersem Adem ile Havva'ya dayanıyor. İnsanlık atalarının yasak elmayı yiyip cennetten kovulmasıyla neticelenen o ilk hatayı yapmanın korkusunu aradan nesiller geçsede halen genlerinde taşıyor. Ama bence hata ilerlemenin yakıtıdır. Kasabasından dışarı çıkmayan kişi hiç hata yapmaz. İnsanoğlu yol almak üzerine yaratılmıştır aynı yerde durmak üzerine değil. Şu hayatta herkesin bir hedefi olmalı. Bunu keşfetmeli ve yola koyulmalıyız. Bu yolculukta düşe kalka hatalarımızla ilerleyeceğiz ve öğreneceğiz. Hatalarımız bizim öğretmenimiz olacak. Hatalarımız gençken bize başkalarıyla tanıştırmaktan utandığımız üstü başı yırtık, eski kıyafetli saçı başı dağınık çirkin bir akrabamız gibi geliyor. Zaman bize hatalarımızı sevmeyi öğretecek. O saçı başı dağınık kişiyle konuşmaya başlayacağız. O bize yol gösterecek. Yol gösterdikçe onu daha çok seveceğiz ve sevdikçe bir süre sonra hatalarımızın tecrübeye evrildiğine şahit olacağız ve başta yanımızda gezdirmekten utandığımız o kişinin pırıl pırıl kıyafetleri içinde çok yakışıklı yada güzel bir insana dönüştüğünü göreceğiz. Hatamızdan utandığımız gün değil, hatamızı sevip tecrübe yapıp yanımızda gururla gezdirdiğimiz gün okumayı sökeceğiz. Hayatı okumayı... Hayatı okumaya başlayınca öğrenme başlayacak.

16 Ocak 2024 Salı

İşaret

 2002 yılının sonbaharı. Üniversiteye yeni başlamışım. Bursa'daki evimizde abimle beraber tv izliyoruz. Babam hasta. İki basamakla çıkılan salonun üst bölümünde yatağında yatıyor. Bir kaç ay önce beyin kanaması geçirmiş ve ölümden dönmüş. Maalesef kalan ömrünü yatağa mahkum geçirecekti. Televizyonda Fatih Altaylı'nın Teke Tek programı başlıyor. Düşünün 22 yıl önce bile Teke Tek vardı. Programa tıbbıyede okuyan bir genç konuk oluyor. Konu ilginç. Bu genç tıp öğrencisi bilgisayar yardımıyla yaptığı matematiksel yöntemlerle Kuran-ı Kerim'in şifrelerini çözdüğü iddia ediyor. Birde bu konuyla ilgili kitap yazmış. Fatih Altaylı tırt bir adamı programına asla davet etmez. Tıp öğrencisi bulgularını anlattıkça büyüleniyorum. Günümüzden 1400 yıl önce Allah tarafından gönderilen kutsal kitabımızda insanın, arının kaç kromozomlu olduğu, demirin element numarası, Nur yani ışık suresinde Edison'un elektriği keşfettiği tarih gibi bir çok bilimsel olayın Kuran'da 1400 yıl önceden haber verildiğini açıklıyor Fatih Altaylı'nın tıbbiyeli genç konuğu. İlk fırsatta kitabı alıp okuyorum ve Dr. Ömer Çelakıl'ın yazdığı Kuran'ı Kerim'in Şifreleri kitabı hayatımda dönüm noktası oluyor. O kitaptan sonra Kuran'ı çok merak ediyorum ve kitapçıya gidip rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'ün hazırladığı Kuran mealini alıyorum. Kuran okumaya başlıyorum ve adeta uyanışa geçiyorum. O dönem Allah ailemizi rahmetli babacığımın hastalığıyla çetin bir imtihana tutuyor. Ben de Allah'a sığınıyorum. Allah'a teslim oluyorum yada olmaya çalışıyorum. Geçen hafta Deniz Erten'in İşaret kitabını okudum. Kendisi teoloji ile bilimi kitabında mükemmel harmanlamış ve evrenin işleyişini, evrendeki ve insandaki Allah'ın işaretlerini bilimsel verilerle okuru sıkmadan çok yalın bir şekilde anlatmış. İşaret kitabını okuyunca aklıma 22 yıl önce okuduğum Dr. Ömer Çelakıl'ın Kuran'ı Kerim şifreleri kitabı geldi. O kitap üniversiteli bir gençken beni kuran okumaya ve Allah'a yöneltmişti. Siz okurlarım benim gözümün nurusunuz ve sizin kötülüğünüzü ister miyim hiç. Sözüme güvenin ve Deniz hanımla Ömer beyin kitaplarını edinin. Size söz okuyunca bana teşekkür edeceksiniz. Hepinizi çooook seviyorum. Sevgiyle kalın.

15 Ocak 2024 Pazartesi

Hitler Nasıl Seçildi?

 Triune beyin modelini duymuş muydunuz? Bu modele göre beyin 3 katmandan oluşur. R-Kompleks, Limbik sistem ve Neokorteks. Neokorteks: yazma, konuşma, beste ve karmaşık analizleri yapabilme işlerini yapar. Limbik sistem ise keşif, muhabbet, güzellikleri hissetmenin oluştuğu beyin katmanıdır. Ortadaki katmandır. R-Komplekse gelecek olursak: Beyin sapı ve beyincikten oluşan beynin en dip ve en ilkel katmanıdır. Adını Reptilian brain ( Yani sürüngen beyninden ) alır. Bu kısımın baskın olduğu kişilerin tek kaygısı hayatta kalma, üreme, güçlü olma ve varlığını devam ettirmektir. Egemen olma, iktidar, rekabet, kaynakları koruma bunun için barışı tehlikeye atıp savaşma güdülerine genelde beyninde R-Kompleks yani sürüngen katmanı baskın olan diktatörler sahiptir. Tarihte 20 milyon insanın ölümünden sorumlu olan bir Hitler örneği var. En büyük filozofları, yazarları, bestecileri, bilimadamlarını çıkarmış bir Alman toplumu nasıl olmuşta kendini Hitler gibi bir diktatöre teslim etmiştir. Yanıtı basit. Kitlelerin beynindeki ilkel içgüdüler aktive edilmiş ve mantık devre dışı bırakılmıştı. Yani beyindeki R-Kompleks katmanı aktive edilmişti. Kitleler bir gruba dahil edilerek " Biz ve onlar " diye ayrıştırılmış, dış düşmanlar diye propoganda yapılarak korku iklimi yapılmış ve Alman halkının bilinci R-Kompleks seviyesine indirilmişti. Peki nasıl Hitler gibileri halkın desteğini alarak başa geliyor. Halk bu adamlarda ne buluyor? Bunun altında da eziklik psikolojisi yatıyor. Ezik, hayata karşı yenik, kompleksli kişiler başa getirdikleri otorite ile patronlarından, üst sınıftan intikam alıyorlar. R-Komplekse sahip liderler halka kendini bir intikam aracı olarak pazarlıyorlar ve " Oyunu bana ver, üst sınıftan senin intikamını alayım " söylemiyle çok kolay bir şekilde iktidara gelebiliyorlar ve gitmeleri de çok zor oluyor.

12 Ocak 2024 Cuma

100 Maymun Deneyi

 1952 yılında bilimadamları pasifik okyanusundaki bir adada maymunlarla bir deney yaparlar. Adanın kumsalına patatesler bırakırlar. Maymunlar kumsaldaki patatesleri bulup yemeye başlarlar. Lakin maymunlar patatesler kumlu olduğu için rahatsız olurlar ama yine de yemeye devam ederler. İçlerinden bir maymun patatesleri adadaki bir su birikintisinde yıkamayı akıl eder ve öyle yemeye başlar. Bunu ailesine de öğretir. Artık suda yıkamayı keşfeden adadaki bazı maymunlar kumla kirlenmemiş yıkanmış temiz patatesleri yiyiyorlardır. İçlerinden yaşlı ve kıdemli olan bazı maymunlar ise bu yeniliğe karşı çıkıp patatesleri yıkamadan kumlu bir şekilde yemektedirler. Bilimadamları gözlem yapmaya devam eder ve adadaki 100. maymun da patatesleri yıkamayı öğrendikten sonra müthiş bir şey olur ve artık tüm maymunlar patatesleri yıkamaya başlar. Sonra daha enteresan bir şey olur ve deney adasına komşu olan adalarda patatesi yıkayıpta yiyen ilk adada ki maymunlarla fiziksel irtibatı olmayan diğer maymunlar da patatesi yıkıyapta yemeye başlarlar. Birbiriyle fizksel teması olmayan farklı adalarda yaşayan maymunların birbirinden yeni davranışlar öğrenmesi aralarındaki zihinsel fikir transferine bir kanıttır. Bence bu durum insanlar içinde geçerlidir ancak henüz potansiyelimizin farkında değiliz. İnsan beyni elektromanyetik dalgalar yaymaktadır. Yani beynimiz bir vericidir. Ve evrenden ve içindeki her canlıdan elektromanyetik dalgaları almaktadır. Yani alıcıdır. Hayatlarımızın çabamıza ek olarak düşüncelerimiz, niyetimiz ve dualarımıza göre şekillenmesi bu yüzdendir. Evrene sinyal gönderir, evreni şekillendirir ve niyetimizi de yaşarız. Bazı Allah dostlarının, belli bir tekamüle ulaşmış kişilerin bir araya gelip hiç konuşmadan rabıta yaptıkları söylenir. İnsan aslında mükemmel bir biyolojik makine. Biz high tech dediğimiz telefonlarımızla Allah'ın muhteşem ilmini taklit etmeye çalışıyoruz. İşaret kitabının yazarı Deniz Erten'in tabiriyle; telefonlarımız bilgisayarlarımıza high tech diyoruz ama aslında potansiyelinin farkında olan bir insan HAYY TEK' dir. ( Hayy: Allah'ın esması, Tek ise onun birliğini ifade eder)

10 Ocak 2024 Çarşamba

Öfke

 Öfke... Ayarımızı bozan en lanet duygu. Genelde ergenlikte genç bireyler çok öfkeli olurlar. Çünkü çocukluk ile büyüklük arası geçiş dönemindedirler, vücutlarında ve ruhlarında değişim yaşamaktadırlar ve bu onların varoluşunda depremler yaratarak öfke şeklinde açığa çıkar. Öfke öyle lanet bir duygudur ki ona kapıldığımız anda mantığımız by pass olur, kendimizi kaybederiz ve sonradan pişmanlık duyacağımız eylemleri yapabiliriz maalesef. Atalarımız boşuna dememiş " Öfkeyle kalkan zararla oturur " diye. Kabul ediyorum; zor bir ülkede yaşıyoruz, hayat her gün her an bizi sınıyor. Bazen öfkelenmemek elde değil... Arabanızın arkasına park etmiş sizin çıkışınızı engelleyen bir düşüncesizle, iş yerinde görev paylaşımı yaptığınız ama vazifesini yerine getirmeyen ve işi size kitlemeye çalışan bir sorumsuzla, kadınsanız ki bu ülkede kadın olmak çok zor size yürümeye çalışan ve rahatsız eden bir saygısızla yada hayatınızda yolunda gitmeyen ve kronikleşmiş bir problemin içinize yerleştirdiği ilk fırsatta patlayacak ve yangın çıkaracak mayınlarla vesaire vesaire pek çok öfke gerektirecek durumla karşılaşabilirsiniz. Size saygısızlık yapan ve varoluşunuzu aşağılayan günlük olaylar karşısında alttan alın. Öfke demek, öfkelendiğiniz her kişi için sırtınızdaki heybenin içine bir taş eklemeniz demek. Her olaya öfkelenirseniz heybedeki taşların sayısı artacak ve siz boşu boşuna hayatınızda ve ruhunuzda ağırlık taşıyacaksınız. Mülayim olun, alttan alın ve her densize karşı defter açmayın. Kişisel almayın. O saygısızlığı yapan kişinin sorununun sizinle ilgili değil kendiyle ilgili olduğunun idrakinde olun. Kişisel almayın... Hayatınızda kronikleşmiş problemlerin ruhunuza ileride öfke patlamasını tetikleyecek gizli mayınları yerleştirmesine izin vermeyin. Sorunların çözülmesi için çabada ve tevekkülde olun. Problemi Yaradana havale edin ve o sinsi mayınları bilinç altınızdan temizleyin. Zaten tevekkülde olursanız öfke yerini huzura bırakacaktır. Unutmayın; öfke ateş huzur ise sudur. Ateş ormanı yakar, su ise tohumlardan ağaçlar, ağaçlardan orman yapar. Huzurunuzu koruyun ve hiç bir saçma olayın huzurunuzu kaçırmasına izin vermeyin. Unutmayın ki biz herdaim HUZUR'da olmak için varolduk. Tanrıyı unutmayın, çünkü o sizi unutmuyor.


9 Ocak 2024 Salı

İhtiyarlık

 Huzurevi müdürünün emekliliği gelmiştir. Burada acısıyla tatlısıyla uzun yıllar vazife yapmıştır yakında emekli olacak müdür. Yalnız aklını kurcalayan bir soru vardır. Huzurevinin kendisi gibi emektar olan güvenlik görevlisini çağırır. " Ahmet efendi başından beri bu işte birlikteyiz. İlk yıllarda huzurevindeki yaşlılara bakacak personeli ben seçiyordum. Ancak hep sıkıntı yaşıyorduk. Gelenlerin çoğu yaşlılara kötü davranıp eziyet ediyordu. Bende onları kovup yeniden gazeteye ilan verip yeni personel alıyordum. Onlar da aynı çıkıyordu. Sonra işin içinden çıkamayıp görevi sana devretmiştim. Personeli sen seçmeye başladıktan sonra gelenler hep yaşlılarımıza şevkatle ve sevgiyle yaklaştı. Bak emekliliğim geldi ve bir kaç gün sonra huzurevindeki vazifem bitiyor. Senin sırrın neydi Ahmet efendi? Gitmeden bunu öğrenmek istiyorum" Müdürünü dinleyen Ahmet efendi tebessüm etti ve şu cevabı verdi " Müdürüm, huzurevimizin giriş kapısının dışında karınca yuvaları vardı. İş başvurusu için gelenlerin çoğu o yuvalara dikkat etmeden üzerlerine basıp içeri gelirlerdi. Bazı adaylar ise karınca yuvalarını farkeder onları ezmemek için yandaki yoldan dolanırlardı. İşte ben o karınca yuvalarını ezmeyen kişilerini işe alırdım. Karıncaları bile incitmeyen bu insanlar yaşlılarımızı hayatta incitmezler diye düşünmüştüm." Bu bilinen bir hikayedir ama bilmeyeneniz için paylaştım sevgili okur. Etrafımızdaki yaşlılara iyi davranmalıyız. Kabul ediyorum kuşak farkı var, anlayış farkı var. Bazen lafları ters gelebilir.İnsan yaşlandıkçada biraz çocuklaşıyor. Ama unutmayalım ki bizler daha hayat okulunun ilk derslerini alırken onlar okuldan çoktan mezun olmuş yüce gönüllü kişiler. Onlar bizim öğretmenlerimiz. İhtiyarlarımızdan sevgi ve saygıyı esirgemeyelim. Unutmayalım ki insan zamana direnemiyor ve Allah ömür verdiyse birgün bizde yaşlı olacağız.

7 Ocak 2024 Pazar

Hüzün

 Hüzün, insanın en temel duygularından biri. Mutluluğun zıddı bir durum. Sokakta insanlara rastgele sorsanız " Hüzün mü, Mutluluk mu? " diye çoğunluk " Mutluluk " cevabını verir. Günümüz dünyasında mutlak mutluluk kavramı zihinlere pompalanıyor. İyi bir üniversiteden sonra harika bir maaşla işe gireceğim ve mutlu olacağım, sonrasında hayatımın aşkını bulacağım ve herdaim mutlu olacağım... gibi. Ama hayatta her şey hayal ettiğimiz gibi olmuyor. Hayal kırıklıkları yaşıyoruz, bazen kalbimiz bile kırılıyor. Hüzünleniyoruz. Hüzünlenmek bize hayatın büyüklüğünü ve bizim hayat karşısındaki küçüklüğümüzü hatırlatıyor. Tıpkı nasıl göründüğümüzü gösteren bir ayna gibi. Evet hüzün dediğimiz şey bir ayna. Aynalardan korkmamamız gerekiyor. Eğer bir yerde hüzün varsa orada bu durumu doğuran bir hata bir yetersizlik durumu vardır. Kendimizdeki eksikliklerin farkına varmamız için bir şans aslında. Hüzünlüyken daha bir içimize döneriz, yavaşlarız. Eskiden maraton koşardım ve 42 kilometre boyunca bazen su istasyonları olurdu. Adımları yavaşlatıp suyumuzu içerdik. Hayat uzun bir yol ve bazen yavaşlamaya nefes almaya da ihtiyacımız var. Hüzüne karşı olmamalıyız sevgili okur. Mutluluğu nasıl kabul ediyorsak, hüzün de hayatın bize sunduğu bir duygu. Unutmamalıyız ki biz bu hayata olgunlaşmak için geliyoruz. Hayatın karşımıza çıkardığı olaylar tek bir amaca hizmet ediyor. O da olgunlaşmak. Ve insanoğlunu hep yaşadığı hüzünler olgunlaştırıyor. Ve size bir şey söyleyim mi sevgili okur. Asıl mutluluk olgunlaşmaktır.

6 Ocak 2024 Cumartesi

Unutmak

 Unutmak. İnsana hayatına devam edebilmesi için verilmiş en önemli yetenek. İlk sevgilimle ayrıldığım dönemi hatırlıyorum. Dört yıl sürmüş, her anımız birlikte geçmiş, muhabbetimize günün 24 saati yetmemiş, sabahlara kadar yazışmış bazen bir kaç saat uykuyla işe gitmiştim. Büyük bir aşktı. Ama bitti. Sevgilimden ayrıldıktan sonra hayatımda oluşan boşluk ve ona olan özlemin 6 ay sürmüştü. Sonra başka bir aşk eskisini unutturdu, sonra bir başkası... Zaman durağan bir şey değil. Sürekli ilerliyor ve ilerlerken eski anılarımızın üstüne yenileri yığılıyor. Eskiler altta kalıyor ve gözümüzden uzak durduğu müddetçe unutuyoruz. Bir tesadüf bize o anıyı hatırlatınca artık canımız eskisi gibi yanmıyor. Unutuyoruz. O canımızı yakan deneyimler tıpkı hayalet avcılarının pozitron silahlarıyla kapana hapsettiği hayaletler gibi oluyor. O kapanda artık sana zarar veremiyorlar. Yaş aldıkça ben şu an 40 plus ım hayattaki krizlere soğuk kanlı yaklaşıyorsunuz. O acının misafir olduğunu ve elbet gideceğini biliyorsunuz. Ama bu "unutma" hali gençliğin benzersiz bir karakteristik özelliği ve güzelliği olan tutkuyu da elinizden çekip alıyor. Yaşlandıkça canınız daha az yanarken tutkunuzda eski bir hatıra gibi geride kalıyor. Tüm güzel işler tutkuyla yapılır. Resimler, heykeller, müzikler her şey. Kendi kendime şunu sordum: Acaba yaşlanınca kaybolan tutkunun yerine neyi koyabiliriz? Ve ben bir cevap bulamadım. Romanlar yazıyorum bu emeği göstermemin ardındaki güç ne? Galiba "Kavuşma" isteği. Okurlara kavuşma, yazarken ilham aldığım geçmişime kavuşma ve yazarken kurguladığım ve yeniden yarattığım gerçeklikteki hayal gücüne kavuşma. Kavuşma da aslında hatırlama değil midir? Kavuşma, hatırlama... Unutmanın tersi. İnsan galiba gençliğinde unutmak için yaşıyor, yaşlılığında ise hatırlamak için yaşıyor. Gençlik gündüz gibi. Gençken bir kasaba meydanında yaşanmış savaşların izlerini görüyorsunuz. Kurşun deliklerini, cesetleri, dökülen kanı. Yaşlanınca gece oluyor ve tüm bu karmaşa karanlık tarafından örtülüyor. Sizde gökyüzündeki yıldızlara bakıp onlara anlamlar verip kavuşmayı düşlüyorsunuz.

5 Ocak 2024 Cuma

Hilafet

 Aras Bulut İyinemli'nin Atatürk'ü canlandırdığı Atatürk filminin ikincisi vizyona girdi. Film Çanakkale savaşı ile Atatürk'ün Samsun'a çıkışı arasındaki 1915-1919 dönemini anlatıyor. Geçen kasımda vizyona giren ilk bölümü izlemiştim, güzeldi. Bunun da güzel olduğundan eminim. Ben bugün izleyeceğim. Görmek isteyen sinemaya gidebilir. Ben bu yazıda filmin detaylarına girmeyeceğim. Atatürk'ten yola çıkarak başka bir konuya değinmek istiyorum. Haberiniz var mı bilmiyorum ama son günlerde ülkenin çeşitli yerlerinde düzenlenen Filistin'e destek mitinglerinde Hilafetin tekrardan gelmesi yönünde sloganlar atılıyor. Biliyorsunuz Hilafet kavramına Osmanlı sahipti. Halife İslam dünyasının lideri demekti.Osmanlı padişahı halifeydi. Birinci dünya savaşında ortadoğudaki Osmanlı devletinin topraklarında çıkan isyanlarda bile Araplar Halifeyi yani Hilafet makamını yani Osmanlı padişahını takmamış ve kendilerini kışkırtan İngilizlerle işbirliği yapıp Türk kanı dökmüşlerdir. Yüz yıl önce işe yaramayan bir makamın modern çağda işe yarayacağını ve Türkiye'ye güç katacağını sanmak en kibar ifadeyle saflıktır. Daha düne kadar kanlı bıçaklı olduğumuz ve yeni yeni normalleşme adımları attığımız Arap ülkeleriyle çözümsüz krizler yaratması muhtemeldir. Bir an hilafetin geldiğini ve Halifenin bir Türk olduğunu hayal edin. Arap dünyası Türk halifeye biat edecek midir? Veya bir Suudi'nin Halife olduğunu ve Suudi halifenin Türkiye'ye içki yasaklansın, tüm kadınlarınız da örtünsün ve Türkiye'ye şeriat gelsin dediğini düşünün. Türkiye buna uyar mı? Ben son günlerde ülkemizdeki hilafet tartışmalarının halkın tepkisini ölçmek ve küçük bir azınlık tarafından hayali kurulan ancak hayalleri bu küçük azınlıkla aynı olan devlet gücüne sahip muktedirlerin şeriat sistemine geçişin yoklamasını yapılması olarak görüyorum. Siyasal İslamın gizli ajandasında laik cumhuriyeti yıkmak var. Bu arada geçen gün 34 yabancı uyruklu kişi Mossad ajanı oldukları şüphesiyle göz altına alındı. Türkiye'den konut alarak oturum izni alan bu sakallı, takkeli, burkalı bu hacı hoca görünümlü İsrail istihbaratı adına ülkemizde ajanlık yapan tipler bilin bakalım nereliymiş? Filistin ve Suriyelilermiş... 

3 Ocak 2024 Çarşamba

Son Akşam Yemeği

 Leonardo Da Vinci son akşam yemeği tablosunu yapıyordur. Yaptığı bu tabloda iyiliği ve kötülüğü göstermek istiyordur. Çizeceği İsa'da iyiyi gösterecek ve çizeceği Yahuda'da kötüyü gösterecektir. Yahuda İsa'ya ihanet eden arkadaşıdır. Leonardo İsa'yı çizmek için kendine bir model aramaktadır. Arar tarar ve bir koroda şarkı söyleyen bir adamı beğenir. "İşte aradığım İsa'ya modellik yapacak kişi bu" der. Korodaki adamın hakikaten yüzünden nur akıyordur ve bakışları iyilik doludur. Leonardo adamla konuşur ikna eder ve atölyesinde adama bakarak İsa'yı resmeder.

Aradan üç yıl geçmiştir. Kilisenin kardinali Leonardo'yu Son Akşam Yemeği tablosunu bitirmesi için sıkıştırmaktadır. Leonardo ise tıkanmıştır. Resmin son parçası olan Yahuda'yı bir türlü çizememektedir. Çünkü Yahuda'ya modellik yapacak kişiyi bulamamıştır. Leonardo sokakta bir adama rastlar. Üstü başı paçavra, yüzü gözü dağınık pejmürde halde ki adama bakar. " İşte aradığım Yahuda'yı buldum " der. İki kişi adamın koluna girerler ve Leonardo'nun atölyesine götürürler. Adam sarhoştur. Kendine geldiğinde Leonardo perişan adama amacını açıklar ve son akşam yemeği resmini gösterir. Adam " Ben bu resmi daha önce gördüm " der. Leonardo " Ne zaman gördün? " diye şaşırır. Adam " Üç yıl önce bir ressam İsa'ya modellik yapmamı istemişti " der. Üç yıl önce İsa'ya modellik yapacak kadar nur yüzlü, iyilik dolu olan bir adam üç yıl sonra perişan ve yüzünden kötülüğü yansıtan birine dönüşmüştür.
Mutlak bir iyilik veya kötülük yoktur. İçimizde iyiyi de kötüyü de barındırıyoruz. Yapacağımız tercihlerle iyi de olabiliriz kötü de... Her şey bizim elimizde. Kötüysek kendimizi düzeltip iyiliğe adım atabiliriz. İyiysek yanlış tercihlerle kötülük tarafına geçebiliriz. Her daim iyilik tarafında olmanızı diliyorum sevgili okur.

2 Ocak 2024 Salı

İnsanın Yazılımı

 Cömertlik, merhamet ve adalet. İdeal varoluşu tanımlayan erdemlerdir. Bunları iyi bir ahlaka sahip olanlar uygular. Örneğin bir kralın çiftçi ailelerin her birine eşit miktarda tohum vermesi, o yıl afet yaşayan ve mahsul alamayan bazı köylülerden vergi alınmaması, topraklarında verimi arttırabilmek için traktörleri eskiyince yeni traktörler hediye edilmesi adalet, merhamet ve cömertlik erdemlerini kısaca açıklayabileceğimiz basit bir örnektir. Ahlak ideal varoluşun bedeniyse, sevgi bu bedenin ruhudur. Çünkü bir varoluş kendi benliğini seviyorsa ahlaklıdır. Ahlaklı olmak için önce kendini sevmen gerekir. Sonrasında hayatı ve içindeki varoluşları sevmen gerekir. Eğer seviyorsan hayata karşı cömert, merhametli ve adaletli olursun. Ben ideal varoluşu böyle tanımlıyorum. Birde kötü varoluş yani ahlakın tam tersi ahlaksız varoluş var. Bunu tanımlayan parametreler cimrilik, zalimlik, adaletsizliktir. Ahlaksızlık kötü varoluşun bedeniyken işin ilginç yanı bu bedenin ruhu yine sevgidir. Ama bu sevgi egoya, güce, suça duyulan sevgidir. Burası ilginç bir nokta sevgili okur. Bizler genelde sevgiyi hep pozitif bir duygu olarak algılarız. Ama aslında sevgi dediğimiz şey çelişkili bir durumdur. Tıpkı ateş gibidir. O ateşle karanlığı aydınlatıp yolunuzu bulabilirsiniz. Yada o ateşle koca bir ormanı içindeki hayvanlarla beraber yakabilirsiniz. Tarih egosuna, güce aşık ve bu ikisini kaybetmemek için suç işlemekten çekinmeyen diktatörlerle doludur. Biz insanlar birer biyolojik makineyiz. Her birimiz bu dünyaya sevgi yazılımıyla geliyoruz. Hastane odasında annemizin kucağına verildiğimizde potansiyel bir ideal varoluş veya potansiyel bir kötü varoluş adayı oluyoruz. Görüyoruz, duyuyoruz, tadıyoruz ve yaşıyoruz. Yaşadıkça algılıyoruz. Ve algılarımızla ruhumuzu besliyoruz. Hayatı internet, ruhumuzu bilgisayarımızdaki yazılım olarak düşünürsek; iyi algıda olursak cömertliği, merhameti ve adaleti deneyimlersek iyi oluyoruz. Kötü algıda olursak cimrilik, zalimlik ve adaletsizliği deneyimlersek kötü oluyoruz. Hayat tıpkı ruhumuza yani bilgisayarımıza zararlı virüsler bulaştırıyor ve işlevimiz bozuluyor. İyi tarafta kalmak, iyiyi seçmek gerçekten çok zor iş. Çünkü hayat bize her an iyiyi de veriyor kötüyü de. Bu işin bir anti virüsü olmalı. O da vicdanımız. Kendimize aynada bakmalı, vicdanımıza kulak vermeli ve hatadaysak kendimizi düzeltmeliyiz.

1 Ocak 2024 Pazartesi

Teslimiyet

 Yeni bir telefon alınca, fırın alınca, bilgisayar alınca bunların kutularının içinden bir kullanma kılavuzu çıkıyor. İyice okuyoruz ve cihazı nasıl kullanacağımızı öğreniyoruz. İnsan dediğimizde biyolojik bir makine. Hemde mükemmel bir makine. Peki insanın kullanma kılavuzu yok mu? Bence var. O da ahlak. İnsan ruhsal ve beşeri yönden kendisine verilen evrende yanan bir ateşin üzerindeki bir kıvılcımın parlayıp yok olmasına denk gelen kısacık ömrünü iyi geçirmek istiyorsa ahlak erdemini kendine şiar edinmelidir. Bence bunu en iyi sağlayan kitap Kurandır. Arapça bilmek zorunda değiliz. Türkçe mealini de okuyabiliriz. Zaten Allah kullarıyla Arapça değil aRABCA konuşur. Allah'ı anlamaya çalışmalıyız. Ama sınırlı bir akılla sınırsız bir aklı anlamak pek mümkün değildir. Burada İslamın en önemli felsefesi teslimiyet devreye giriyor. Dine mesafeli olan dostlarım çoğu zaman teslimiyeti reddediyorlar. Ama vakti zamanında evlenip bir aile kurarak, çocuk sahibi olarak farkında değiller ama yaradana karşı çoktan teslim olmuşlar ama farkında değiller. Bir eşle bilinmez bir hayat yolculuğuna çıkmak, evlat sahibi olmak, evladın yine bilinmez bir gelecekteki rızkının ve istikbalinin talibi olmak aslında başka bir anlamda Allah'a ve yazdığı kadere teslim olmak ve iman etmektir. Hal böyle iken yeni yılda Allah'a saygımızı göstereceğimiz dua, ibadet ve dünya trafiğinden arkaplanda kalmış ama kalbinize biraz dikkatli bakarsanız idrakine varacağınız iman dolu kalplerle yaşayacağınız mutlu, umutlu, huzurlu bir yeni yıl diliyorum. Şunu unutmayın: Yaradanın bizim duamıza, ibadetimize, imanımıza ihtiyacı yok. Ancak bizim Yaradanı hissetmeye, hatırlamaya, anmaya ve yaşamaya ihtiyacımız var. Şunu unutma sevgili okur. Sen bir hayat macerasına başlayarak ailenle, umutlarınla çoktan O'na teslim oldun. Ama bunun farkına varman gerekiyor.