Giriş kattaki dairenin ahşap kapısı aralanıyor. Koridorda
altı yedi yaşlarında bir ufaklık beliriyor. Ufaklık içerden kapının eşiğine
doğru seğirtiyor. Kumral saçlı başını kaldırmış kapının oradan ışıldayan
gözlerle bana bakıyor, gülümsüyor. Bende ona gülümsüyorum. Loş merdiven
sahanlığı otomatiğe basmamla aydınlanıyor. Ufaklığın yüzüne bir kez daha
bakınca gülümsememin içine hafiften sessiz bir kahkaha karışıyor. Çünkü
Afacanın ağzından kocaman bir emzik… Birkaç saniyelik sessizliğe “ Aa halen
emzik mi emiyorsun? “ diye son veriyorum. Afacan ağzındaki mavi emziği aniden
çıkartıyor ve daha sorumun yol açtığı ses dalgaları sahanlığa yayılmadan “
Biberonum da var! “ diye cevabı zınk diye yapıştırıyor. Hemen akabinde emziğin
boşalttığı ön iki dişinin noksan olduğu ağzına kocaman bir gülümseme yayılıyor.
Sonra da tüm yüzüne. Hemen tanışıp tokalaşıyoruz Eren ile. Artık abi olmuşsun onları bırakmalısın muhabbetini yapmak yerine “
Ne içiyorsun biberonla? “Süüüt…” “Niye?” “ Çünkü bardaktan daha büyük, daha çok
içebiliyorum” “ Ya baksana, Çarşamba
günleri şu aşağıda kurulan pazarda kocaman bardaklar satılıyor. Çok da
güzeller. Hatta ben kendime aldım. Sen de onlardan alabilirsin” diyaloğu
geçiyor aramızda. Sonra birkaç saniye gözden kayboluyor. Bende doğalgaz tesisatının
sızdırmazlık testine bakıyorum. Birazdan yine kapının dibinde bitiveriyor bu
sefer elinde minnacık bir kramponla. O çocuk o an elinde bir kramponu değil
onun için belki de dünyanın en kıymetli hazinesini taşıyor. Futbol oynadığını,
akşama abisiyle beraber sahaya gidip takımla beraber antreman yapacaklarını
anlatırken inanılmaz mutlu. Anlatamam… Sonra kramponunu bana doğru uzatıp
üzerindeki Cristiano Ronaldo yazısını gösterip “ Bak, Cristiano Ronaldo’ nun
kramponu, o en sevdiğim futbolcu. ADAMIN DİBİ! “ demesin mi, ben iptal
oluyorum… Derken babaannesi geliyor. Ben testi beklerken Eren bize maçtan önce
ısınırken sahanın etrafında nasıl koştuklarını, nasıl esneme hareketlerini
yaptıklarını oracıkta gösteriveriyor. Sonra yine bi gözden kayboluyor. Babaannesi
bana usulca “ Anne, babası yok ben bakıyorum” diyor. Eren biraz sonra elinde
bir fotoğrafla yanıma geliyor. Yeşil çimde üzerlerinde formaları, ayaklarında
gıcır gıcır kramponlarıyla iki çocuk. Eren ve Abisi… Orada ne kadar gururlu ve
mutlu oldukları her hallerinden belli oluyor. Abisi de Messi’ yi çok
seviyormuş. “ Süt içmene 10 puan veriyorum” Eren gülümsüyor. “ Sonra futbolda
oynuyorsun, spor yapıyorsun. Buna da 10 puan” “ Şu emzik, biberon olayına…
Bilmem ki bak ona 5-6 falan veriyorum” diyorum. Yok, yok ufaklık bozulmuyor
hatta “ Benimde büyük bardağım var
bundan sonra oradan içerim” diye cevaplıyor. Artık oradan ayrılma vakti
geliyor. Eren “akşama babaannesinin onu antremana götüreceğini” heyecanla
anlatıyor. Sonra yine “ Cristiano Ronaldo, acayip şut çekiyor, adamın dibi!”
diyor. Bende ona “ Eren sende ADAMIN
DİBİSİN! Aferin sana devam et” diyorum ve onlarla vedalaşıyorum.
Evet. Babaannesi Ereni elinden tutup akşama antremana
götürecek. Götürmelide. Gençleri tehlikelerden uzak tutacak, enerjilerini
yeteneklerini doğru bir şekilde yönlendirmelerini sağlayacak ve toplum olarak
bizi bir araya getirecek en önemli unsurların başında her şeye rağmen spor
geliyor. Gönül ister ki bazen vuku bulan şu “ her şeye rağmen” leri dedirten
hadiseler olmasın. Ama nasıl ki güneş balçıkla sıvanmıyorsa, çıkış noktasında;
eğlence, centilmenlik, dostluk yatan sportif ruhun gençlerin ve ülkemizin
yolunu aydınlatacağına olan inancım tam. Ben o ışığı, ışıltıyı Eren’ in
gözlerinde gördüğüm için bu yazıyı kaleme aldım. Çünkü ben sporun toplumları
birleştirici gücüne ve gençler üzerindeki olumlu etkisine çok inanıyorum.
NBA GLOBE İSTANBUL
11 Ekim Cumartesi günü, Yer Fenerbahçe Ülker Sports Arena. Otoparkı,
kafeleri, restoranları, locaları, koltuklarıyla muhteşem bir mimariye sahip
ultra lüks bir salondayım. Pardon salon değil basketbol mabedi. Tam NBA işi. Ve
burayı 7 den 70 e tıka basa dolduran 15.000 kişi. Genci, yaşlısı, çoluğu çocuğu
ailecek gelenler. Ankara’ dan, Antalya’ dan Türkiye’ nin dört bir tarafından basketbol
severler. İçeride muhteşem bir heyecan ve olağanüstü bir keyif… Çünkü parkenin üzerinde Tim Duncan, Tony
Parker , Ginobili ve arkadaşları var. Yani son NBA şampiyonu San Antonio Spurs
var! Maçı genelde Spurs önde götürüyor. Ama 3.çeyrekte bu sene Obradovic
koçluğunda Eurolegue Şampiyonluğuna oynayabilecek bir kadro kuran Fenerbahçe
Ülker, Spurs’ ü yakalıyor. NBA şampiyonu İstanbul’ dan zaferle ayrılarak Çin’in
yolunu tuttu. Burada kimin kazandığının bir önemi yok. Çünkü bu güzel
organizasyon tüm seyircilere inanılmaz keyifli anlar ve unutulmaz hatıralar
yaşattı. Efsane oyuncuları kanlı, canlı görmek, oyunlarını izlemek müthiş bir
deneyimdi. Ama molalarda, periyot aralarında yapılan şovlar da en az sahadaki
mücadele kadar keyif verdi. Spürs’ ün maskotu Coyote’ nin yaptığı çılgınlıklar,
Amerikalı dansçı kızlar, smaç şovlar ve sürpriz oyunlar olağan üstü ışık ve ses
düzeniyle birleşince aslında ortaya maçtan
öte bir şey çıktı… NBA olayın entertainment ve marketting kısmını çok iyi
yapıyor. Bununla birlikte Gregg Popovich ' in 1996 yılından beri takıma koçluk
yaptığını ve takıma 5 NBA şampiyonluğu kazandırması konusunun sporun marka
değeri ve kurumsallık kavramları açısından çok iyi analiz edilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Bence olayın özü seyirciye maç değil, maçtan öte bir şey
sunabilmekte. Sadece galibiyet, başarıya endeksli planlamalardan ziyade
takımların ve ligin, seyirciye eğlence ve aidiyet duygularını da vereceği bir
yapıya kavuşturulmasında.