24 Ekim 2014 Cuma

ADAMIN DİBİSİN!


Giriş kattaki dairenin ahşap kapısı aralanıyor. Koridorda altı yedi yaşlarında bir ufaklık beliriyor. Ufaklık içerden kapının eşiğine doğru seğirtiyor. Kumral saçlı başını kaldırmış kapının oradan ışıldayan gözlerle bana bakıyor, gülümsüyor. Bende ona gülümsüyorum. Loş merdiven sahanlığı otomatiğe basmamla aydınlanıyor. Ufaklığın yüzüne bir kez daha bakınca gülümsememin içine hafiften sessiz bir kahkaha karışıyor. Çünkü Afacanın ağzından kocaman bir emzik… Birkaç saniyelik sessizliğe “ Aa halen emzik mi emiyorsun? “ diye son veriyorum. Afacan ağzındaki mavi emziği aniden çıkartıyor ve daha sorumun yol açtığı ses dalgaları sahanlığa yayılmadan “ Biberonum da var! “ diye cevabı zınk diye yapıştırıyor. Hemen akabinde emziğin boşalttığı ön iki dişinin noksan olduğu ağzına kocaman bir gülümseme yayılıyor. Sonra da tüm yüzüne. Hemen tanışıp tokalaşıyoruz Eren ile. Artık abi olmuşsun onları bırakmalısın muhabbetini yapmak yerine “ Ne içiyorsun biberonla? “Süüüt…” “Niye?” “ Çünkü bardaktan daha büyük, daha çok içebiliyorum”  “ Ya baksana, Çarşamba günleri şu aşağıda kurulan pazarda kocaman bardaklar satılıyor. Çok da güzeller. Hatta ben kendime aldım. Sen de onlardan alabilirsin” diyaloğu geçiyor aramızda. Sonra birkaç saniye gözden kayboluyor. Bende doğalgaz tesisatının sızdırmazlık testine bakıyorum. Birazdan yine kapının dibinde bitiveriyor bu sefer elinde minnacık bir kramponla. O çocuk o an elinde bir kramponu değil onun için belki de dünyanın en kıymetli hazinesini taşıyor. Futbol oynadığını, akşama abisiyle beraber sahaya gidip takımla beraber antreman yapacaklarını anlatırken inanılmaz mutlu. Anlatamam… Sonra kramponunu bana doğru uzatıp üzerindeki Cristiano Ronaldo yazısını gösterip “ Bak, Cristiano Ronaldo’ nun kramponu, o en sevdiğim futbolcu. ADAMIN DİBİ! “ demesin mi, ben iptal oluyorum… Derken babaannesi geliyor. Ben testi beklerken Eren bize maçtan önce ısınırken sahanın etrafında nasıl koştuklarını, nasıl esneme hareketlerini yaptıklarını oracıkta gösteriveriyor. Sonra yine bi gözden kayboluyor. Babaannesi bana usulca “ Anne, babası yok ben bakıyorum” diyor. Eren biraz sonra elinde bir fotoğrafla yanıma geliyor. Yeşil çimde üzerlerinde formaları, ayaklarında gıcır gıcır kramponlarıyla iki çocuk. Eren ve Abisi… Orada ne kadar gururlu ve mutlu oldukları her hallerinden belli oluyor. Abisi de Messi’ yi çok seviyormuş. “ Süt içmene 10 puan veriyorum” Eren gülümsüyor. “ Sonra futbolda oynuyorsun, spor yapıyorsun. Buna da 10 puan” “ Şu emzik, biberon olayına… Bilmem ki bak ona 5-6 falan veriyorum” diyorum. Yok, yok ufaklık bozulmuyor hatta “ Benimde  büyük bardağım var bundan sonra oradan içerim” diye cevaplıyor. Artık oradan ayrılma vakti geliyor. Eren “akşama babaannesinin onu antremana götüreceğini” heyecanla anlatıyor. Sonra yine “ Cristiano Ronaldo, acayip şut çekiyor, adamın dibi!” diyor. Bende ona “ Eren sende ADAMIN DİBİSİN! Aferin sana devam et” diyorum ve onlarla vedalaşıyorum.
Evet. Babaannesi Ereni elinden tutup akşama antremana götürecek. Götürmelide. Gençleri tehlikelerden uzak tutacak, enerjilerini yeteneklerini doğru bir şekilde yönlendirmelerini sağlayacak ve toplum olarak bizi bir araya getirecek en önemli unsurların başında her şeye rağmen spor geliyor. Gönül ister ki bazen vuku bulan şu “ her şeye rağmen” leri dedirten hadiseler olmasın. Ama nasıl ki güneş balçıkla sıvanmıyorsa, çıkış noktasında; eğlence, centilmenlik, dostluk yatan sportif ruhun gençlerin ve ülkemizin yolunu aydınlatacağına olan inancım tam. Ben o ışığı, ışıltıyı Eren’ in gözlerinde gördüğüm için bu yazıyı kaleme aldım. Çünkü ben sporun toplumları birleştirici gücüne ve gençler üzerindeki olumlu etkisine çok inanıyorum.

NBA GLOBE İSTANBUL
11 Ekim Cumartesi günü, Yer Fenerbahçe Ülker Sports Arena. Otoparkı, kafeleri, restoranları, locaları, koltuklarıyla muhteşem bir mimariye sahip ultra lüks bir salondayım. Pardon salon değil basketbol mabedi. Tam NBA işi. Ve burayı 7 den 70 e tıka basa dolduran 15.000 kişi. Genci, yaşlısı, çoluğu çocuğu ailecek gelenler. Ankara’ dan, Antalya’ dan Türkiye’ nin dört bir tarafından basketbol severler. İçeride muhteşem bir heyecan ve olağanüstü bir keyif…  Çünkü parkenin üzerinde Tim Duncan, Tony Parker , Ginobili ve arkadaşları var. Yani son NBA şampiyonu San Antonio Spurs var! Maçı genelde Spurs önde götürüyor. Ama 3.çeyrekte bu sene Obradovic koçluğunda Eurolegue Şampiyonluğuna oynayabilecek bir kadro kuran Fenerbahçe Ülker, Spurs’ ü yakalıyor. NBA şampiyonu İstanbul’ dan zaferle ayrılarak Çin’in yolunu tuttu. Burada kimin kazandığının bir önemi yok. Çünkü bu güzel organizasyon tüm seyircilere inanılmaz keyifli anlar ve unutulmaz hatıralar yaşattı. Efsane oyuncuları kanlı, canlı görmek, oyunlarını izlemek müthiş bir deneyimdi. Ama molalarda, periyot aralarında yapılan şovlar da en az sahadaki mücadele kadar keyif verdi. Spürs’ ün maskotu Coyote’ nin yaptığı çılgınlıklar, Amerikalı dansçı kızlar, smaç şovlar ve sürpriz oyunlar olağan üstü ışık ve ses düzeniyle birleşince aslında ortaya maçtan öte bir şey çıktı… NBA olayın entertainment ve marketting kısmını çok iyi yapıyor. Bununla birlikte Gregg Popovich ' in 1996 yılından beri takıma koçluk yaptığını ve takıma 5 NBA şampiyonluğu kazandırması konusunun sporun marka değeri ve kurumsallık kavramları açısından çok iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bence olayın özü seyirciye maç değil, maçtan öte bir şey sunabilmekte. Sadece galibiyet, başarıya endeksli planlamalardan ziyade takımların ve ligin, seyirciye eğlence ve aidiyet duygularını da vereceği bir yapıya kavuşturulmasında.

22 Temmuz 2014 Salı

Sincap, Meşe Palamudu ve Kelebek Etkisi


Kılıç dişli eski çağ sincabı, buzulun üzerinde hoplaya, zıplaya yaldır yaldır koşturuyor. Kucağında üç parmaklı sıska kollarıyla sımsıkı sarıldığı, uzunca süredir peşinde olduğu ve sonunda kavuştuğu meşe palamudu. Burnunu buza dayamış bir orayı bir burayı kokluyor saplantı haline getirdiği hazinesine uygun bir yer arıyor. Sonunda bir yeri gözüne kestiriyor ve palamudu oraya dikiveriyor. Dikmesiyle sarsıntının başlaması ve buzulların çatırdamaya başlaması bir oluyor. Bizimkinin ödü patlıyor ve korkudan havaya sıçrıyor. Derhal meşe palamudunu oradan çekip çatırdamaya başlayan deliğin üzerini el çabukluğu marifet örtüveriyor. Sarsıntı duruyor. Derin bir “ oh be! “ çekiyor. Daha ihtiyatlı adımlarla parmaklarının ucunda buzun üstünde ilerliyor ve başka bir yer buluyor. Kucağındaki meşe palamudunu oraya bırakıyor. Bu sefer deminki kadar şanslı olmuyor. Ayaklarının altındaki buzlar dört bir koldan her tarafa doğru çatırdayıveriyor. Kar, buz kaplı zirvesinde bulunduğu kocaman dağ ortadan ikiye ayrılıyor. Bizim şaşkaloz sincabın patlak gözleri korkuyla büyüyor ve hızla aşağı düşmeye başlıyor. Çığlıkları son sürat düşmekte olduğu dipsiz karanlıkta yankılanıyor. Yolculuk yer kürenin çekirdeğinde son buluyor. Kendinden uzağa düşen meşe palamudunu tekrardan kovalamaya başlayan şaşkın sincabın ayaklarının altındaki küre dönmeye başlıyor. Dünyanın çekirdeği çıldırıyor! Sincap, manyetik alanın etkisiyle bir o yana bir bu yana çarpıyor. Kilometrelerce yukarıda yer yüzünde dev faylar oluşuyor, yer yerinden oynuyor. Buzul çağındaki dünyada dev kıtalar birbirinden ayrılıyor. Tüm bu olanlardan sonra bizimkisi tekrardan kavuştuğu meşe palamuduyla dünyanın merkezinden tekrardan yukarıya gökyüzüne fırlıyor. Havada birkaç saniye asılı kalıyor ve tekrardan çığlık çığlığa aşağı doğru düşüyor. Bu sefer okyanusa… Ama suya değil, oralarda kendi halinde yüzen bir buz adacığına çakılıyor yaratık. Bu da ortadan ikiye bölünüyor ve bahtsız yaratık bir tarafta, peşinden koştuğu meşe palamudu öbür tarafta kalıyor. Bu esnada ekranda “BUZ DEVRİ: KITALAR AYRILIYOR” yazısı beliriyor. Benim ve diğer yolcuların yüzünde bir tebessüm. Film ikinci kez oynamaya başlıyor. Bu arada hostesin anonsu etrafta çınlıyor. Uçağımız Kahire Uluslararası Hava Alanına iniş yapmak için alçalmaya başlıyor. Tunus’ da başlayan ve domino etkisiyle tüm Arap coğrafyasına yayılan Arap Baharının en derinden yaşandığı topraklara varıyorum. Mısır’ a… Yıllardan beri hüküm süren rejimin devrilip yerine halkın iradesiyle seçilen Mursi geleli neredeyse bir yıl olmuş. Yeni kurulan sistem halen kararsız ve Kahire sokakları da karışık… Aşağıya yaklaştıkça pek de tekin olmayan bu ortamda yalnız başıma olacağım fikri beni ürkütmüyor desem yalan söylemiş olurum. Buraya gelme kararını alırken Mısır’ ın olağanüstü tarihini, sokaklarında, insanlarında, siyasi ikliminde meydana gelmekte olan değişimi yerinde deneyimleme isteğim ve tabi en önemlisi Luksor’ da koşacağım maraton, içimdeki tedirginlik duygusuna göre kantarda daha ağır basmıştı. Hani bugüne bakınca orada durumun çok kötü olduğunu ve başlangıçta umutla bakılan baharın sonbahara döndüğünü görüyoruz… Filmi izlediğimiz LCD ekranlar siyaha dönüyor ve tavanın içine katlanıyor. Kemerimi bağlıyorum, uçağımız başkente iniş yapmak için alçalmaya başlıyor. Filmde izlediğim sahne aklıma kelebek etkisini getiriyor.

Hani şu meşhur “ Gezegenin öbür ucunda ki kelebeğin kanat çırpmasının dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırgaya neden olabileceği “ söylemiyle özdeşleşmiş kelebek etkisi. Her şey 1961 yılında Amerikalı matematikçi ve meteorolog Edward Lorenz’ in uzun süreli hava tahmini yapmayı sağlayacak bir model üzerinde çalışırken bilgisayara 0,506127 değeri yerine 0,506 değerini girip, ortaya çıkan sonuçların tamamen farklı olduğunu gözlemlemesiyle başlar. 1963 de “ Deterministic Nonperiodic Flow” isimli teorik çalışmasını yayımlar. Kelebek direk olarak kasırgayı yaratmaz. Bu kanat çırpışlar; sonuçlarda çok büyük değişiklikler meydana getiren zincirleme olaylara neden olan, sistemin başlangıç verilerinde meydana gelen çok küçük değişimleri simgeler. Kelebek etkisinin özü; Bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin bile büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabileceğidir.

İşte bu gerçeklikten yola çıkarak uzun vadeli hava tahminleri yapabilecek, borsadaki trendleri kestirebilecek modellerin geliştirilmesi ya da geleceğin öngörülebilmesi fizik olarak mümkün değildir. Çünkü orada devreye atom altı parçacıklar girer, kuantum girer, Heisenberg’ in belirsizliği girer… Aslında bu belirsizlik doğanın en temel yapı taşlarından biridir. Ancak yine kelebek etkisinden yola çıkarak söyleyebileceğimiz belirli olan bir şey var ki, o da aynı dünyada yaşadığımız, aynı havayı soluduğumuz, dil, din, ırk hiçbir farklılık gözetmeden insanlık olarak ortak bir kadere sahip olduğumuzdur. Yani her şeyin, herkesin bir birbirleriyle bağlantılı olduğu gerçeğidir. Bu bağlamda ne Gazze de yaşanmakta olan insanlık dramına, ne de her hangi bir zorbalığa karşı kayıtsız kalınmamalıdır.   

4 Temmuz 2014 Cuma

RUTİN, SİYAH GİYEN ADAMLAR VE SİGARA


RUTİN
Taşı delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir. Kalıcı sonuçlar, güç patlamasına dayanan anlık ivmelenmelerde değil, geniş zamana yayılan ve istikrarlı şekilde atılan adımlardadır. Bu hayatın her alanında geçerlidir. Tabi bu süreklilik, hedeflediğimiz konuyla ilgili yaptığımız çalışmaları günlük hayatımızda rutin haline getirmemizle sağlanır. Tüm dönem boyunca her gün bir saat düzenli ders çalışan bir öğrencinin, aylarca hiçbir şey yapmayıp finallere bir hafta kala gece, gündüz uyumadan çalışan bir öğrenciden çok daha başarılı olacağı kesindir. Ya da ilkbahar sonunda gazete manşetlerinde görürüz, “ Şok diyetle yaza formda girin! “ diye. Evet, belki sonuç alınabilir ama kısa süre içinde verilen kiloların daha fazlası geri alınır. Burada amaç ve buna giden süreç olgularının tam da ortasında hep ıskaladığımız bir nokta var. Varmak istediğimiz yere, elde etmek istediğimiz şeye her ne pahasına olursa olsun ve çabucak ulaşmak gibi bir yanlışa düştüğümüzden hedefimiz  için kurguladığımız yol ve sonuçları her seferinde silinmeye mahkum oluyor. İşte bu hataya düşmemek için hedefe yönelik yaptığımız çalışmalarda bir rutin oluşturmalıyız. Bu rutinler, istikrara kavuştuğu noktadan itibaren amaca giden yolda içinde bulunduğumuz süreç bizim bir parçamız haline gelecek. Zaten doğanın ve kendi vücudumuzun işleyişi de tekrar eden rutinlerden ibaret değil mi?

SİYAH GİYEN ADAMLAR

42 kilometre 195 metrelik bir maratonu koşmak için aylar süren bir antreman programı uygulanır. Yarış günü yapacağınız birkaç saatlik koşu için yüzlerce saatinizi alan, yüzlerce kilometrelik koşular yaparsınız. Her gün ki kısa koşuların haricinde haftada bir gün uzun koşular da yaparsınız. Ve haftalar ilerledikçe bu uzun koşuların mesafelerini arttırmanız gerekir. Maratonda sıkıntı yaşamamak için yarış öncesi en az üç-dört kez 30-32 kilometre koşulmalıdır. Elbette bu günlerin bazılarında zihniniz “ Ne gerek var? Koşunca ne olacak? Bu sabah tembellik yap, akşamüzeri yaparsınları…” sıralayacaktır. Burada daha önce bahsettiğim kişisel motivasyonunuz ve nedeniniz devreye girerek kafanızı karıştıran bu fısıltıları dağıtacaktır. Rutini korumak çok önemlidir. Çünkü bu bahanelere kazayla kapılıp bir gün bile çalışmamızı aksatacak olursak demin sözünü ettiğim fısıltıların sesi bir dahaki sefere daha gür çıkmaya başlar. Sonra başka bir gün “hesapta olmayan acil bir işiniz çıkar” ve bir kerecik daha çalışmayı pas geçersiniz ve böylece yavaş yavaş surdaki gedik genişler ve siz daha ne olduğunu anlamadan oluşturmaya çalıştırdığınız istikrar abidesi yıkılıverir! Ben bunu kafanızın içinde cereyan eden bir halat çekme yarışına benzetiyorum. Beyaz kıyafetler giymiş cüceler halatın bir tarafından asılıyor, siyah kıyafetliler öbür tarafından. Tahmin ettiğiniz gibi siyah giyen adamlar o malum ne gerek varcılar. Veee ortada başarıyı, başarısızlıktan ayıran ince bir çizgi… Her bir boş vermede, ıskaladığınız her bir çalışmada takımımızdan bir kişi, çizginin öbür tarafına düşüyor ve oyunu kaybetmeye başlıyorsunuz. İşin garibi bu oyunda kaybettiğiniz her bir adam saha dışında kalmaz. Daha kötüsü olur ve karşı safa katılır!! Böylece git gide küçülmeye başlayan iradeniz karşısında kafanızdaki ne gerek varcılar devleşir! O sebepten siyah giyen adamlara sıfır tolerans gösterip, onlara asla kulak asmadan rutinlerimize devam etmeliyiz.

SİGARA

Geçen gün ‘ Dumansız Hava Sahası’ çalışmasının kapsamının genişletileceği haberleri medyaya yansıdı. Bu gelişmeyi son derece olumlu buluyorum. Nasıl kapalı mekanlara getirilen yasakla (Gerçi yüzde yüz uyulmasa da) sigara tüketiminde önemli bir azalma söz konusu olduysa, AVM, toplu gösteri merkezi girişleri ve çocuk parkları, lokanta, kafelerin açık alanlarının belli kısımları da ‘Dumansız Hava Sahası’ kapsamına girdiğinde şu dumansal tüttürgeçin kullanımının iyiden iyiye azalacağını düşünüyorum. Şunu bırakmak ya da en azından azaltabilmek tamamen bizim elimizde değil mi? Siz yukarda bahsettiğim siyah giyen adamlara yüz vermeyin yeter ki…

30 Haziran 2014 Pazartesi

BEYAZ PERDENİN 2014 MODEL KAHRAMANLARI


Geçen hafta vizyona giren Transformers Kayıp Çağ filmiyle geçen bahardan beri süren sinema salonlarındaki süper kahramanlar furyası şimdilik sona erdi. Bende hepsini biriktirdim aklımda kalanlarla toptan bir değerlendirme yaptım. Bu tarz Hollywood filmleri izleyiciye derin olmayan masalsı anlatılarmış gibi gelse de şöyle bir alıcı gözle baktığımızda aslında senaryolarının gündemden izler taşıdığını ve topluma önemli mesajlar verdiğini görüyoruz.

X MEN: GEÇMİŞ GÜNLER GELECEK

Özel efektleriyle, aksiyon sahneleriyle, konusuyla bence serinin en güzel filmiydi. X-Men’ de insanların görünüm, duygu olarak kendileriyle aynı olan fakat bir takım özel güçlere sahip mutantları dışlaması ve aralarında ki amansız mücadele anlatılır. Yani ötekileştirme… Ancak bu filmde İnsanoğlunun 1970 lerde mutantları yok etmek amacıyla tasarladıkları robotların Yer yüzündeki mutantları yok ettikten sonra baskın olmayan mutant geni taşıyan kendi yaratıcıları insanları da fişleyip avlaması sonucunda Dünya’ nın ve insan ırkının sonu geliyor. Geleceğin harap dünyasında hayatta kalmış bir avuç mutant son umut olarak Wolwerine’ e zamanda yolculuk yaptırarak her şeyin başladığı 1970 lere gönderiyor… Bu filmde ötekileşme konusundan farklı olarak bir tarafın öbür tarafı yok etmek için yarattığı Frankeştayn’ ın sonunda bumerang gibi dönüp yaratıcısını da vurabileceği konusu işlenerek aslında günümüz dünyasında Ortadoğu da meydana gelen gelişmelere göndermede bulunuyor…

KAPTAN AMERİKA: KIŞ ASKERİ

İkinci dünya savaşında Nazilere karşı savaşan Kaptan Amerika’ nın buzullara çakılan uçağının enkazı yarım asır sonra keşfedilir. Gözünü açtığında her şeyin 60 küsür yıl ileri gittiği bir dünyada bocalarken bir yandan da SHIELD’ in içine sızmış Hidra ile savaşır. Filmden en aklımda kalan sahnelerden biri şuydu. Cezayir asıllı Fransız vatandaşı teröristin kaçırmış olduğu gemiye rehineleri kurtarmak için Kaptan Amerika önderliğindeki birliklerin yaptığı gece yarısı baskını sahnesinde Mavi Marmara olayından oldukça esinlenilmiş…

ÖRÜMCEK ADAM 2

Oscorp şirketinde çalışan Hintli Mühendis Max, kimsenin fark etmediği silik bir tiptir. Bir gün geçirdiği kaza sonucu etrafındaki tüm elektrik kaynaklarını ölümcül bir şekilde kullanabilen Elektro’ ya dönüşüyor ve New York şehrini terörize ediyor. Örümcek Adam hem ona karşı hem de çocukluk arkadaşı Oscorp Şirketinin sahibi Harry Osborn’ a karşı savaşıyor. Oscarlı aktör Jamie Foxx arıza Max karakterini mükemmel oynuyor. Times meydanında Elektro ile Örümcek Adam’ ın karşı karşıya geldiği sahnede canavarlaşarak Elektro’ ya dönüşen Max etrafta toplanmış binlerce kişinin kendisine baktığını ve dev ekranların onu gösterdiğinin farkına varınca, “ İnsanlar bana bakıyor, fark edildim, fark edildim… “ dediği sahnede günümüzde sosyal medya vasıtasıyla yaşanmakta olan fark edilme, görünme çılgınlığına göndermede bulunuyor…

ROBOCOP

Yönetmen Paul Verhoeven’ in 1987 tarihli kült filmi başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarılmış. Ölümcül yaralar almış memur Alex Murpy OCP şirketinin bir projesi olarak yarı insan yarı robot olarak Detroit sokaklarında, kendisine yüklenen program ve bilinçaltında kalmış anıları arasında git geller yaşayarak kötüleri etkisiz hale getiriyor. Çıkış noktası ilk yapımla aynı olmakla beraber özgün bir film ortaya çıkmış. Film süresince güvenlik güçlerinin yozlaşmadan muaf makinelerden mi yoksa duygulara sahip insanlardan mı oluşması gerektiği tartışması yapılıyor.

TRANSFORMERS KAYIP ÇAĞ
Bence serinin en güzel filmi halen ikincisi… Chicago şehrinde ki savaşta decepticonlar yenilgiye uğratılmış ve Dünya kurtarılmıştır. Ancak insanlar robotların kendileri için tehdit oluşturduğu kanaatine varmışlar ve müttefikleri autobotlar için cadı avı başlatmışlardır. Mark Whalberg, Teksas’ ta ki tamirhanesinde yedek parçalarını satmak için aldığı hurda kamyonun Optimus Prime olduğunun farkına varıyor. Ona yardım ettikten sonra kendini ve ailesini de bu cadı avının içinde buluyor. Optimus Prime ve tekrardan toparladığı Autobotları, insanları kandırıp bu cadı avını organize eden uzaydan gelen robota karşı ve Chicago savaşından sonra özel bir şirketin laborotuarlarında  decepticonlardan geriye kalan enkaz parçalardan tersine mühendislikle üretilmiş kontrolden çıkan robotlara karşı tekrardan dünyayı kurtarmak için savaşıyorlar. Özel efektler harika, savaş sahneleri müthiş ama bence aşırı kullanıldıkları için filmi boğuyor. Filmin en çarpıcı diyaloğunda Optimus Prime,” Türünüzün yaptığı hatalardan daha kaçımızı feda etmek zorunda kalacağız?” diye Whalberg’ e soruyor. Oda, “ İnsan olmayı ne zannediyorsun? Hatalar yaparız ve bazen o hatalardan inanılmaz şeyler çıkar…” diye cevaplıyor.

27 Haziran 2014 Cuma

Anlatabilmek, Anlayabilmek


Yıllar evvel. Madrid' de maraton seyahatlerimden birindeyim. Madrid en sevdiğim şehirlerden biridir. Birbirleriyle uyumlu mimariye sahip binaların sıralandığı alabildiğine geniş caddeler sizi muhakkak bir meydana ya da geçide çıkartır. Her bir meydan da ayrı bir tarih, ayrı bir hikaye… Oldukça güzel planlanmış bu ferah şehirde keyifle saatlerce sıkılmadan yürüyebilirsiniz. Orada yüzyıl, iki yüz yıl önceki binalar halen muhafaza edilmiştir ve ikamet edilmektedir. Bu oldukça hoşuma gitti. Başka bir hoşuma giden konu İspanyolların tarihlerinde yer etmiş asker, bilim adamı vs. isimlerinin caddelere verilmiş olması ve ülkenin değişen siyasi ikliminden etkilenmeksizin bu isimlerin her daim muhafaza ediliyor oluşu. Bir akşamüzeri yürümekten bitap düştüğüm ve karnımın zil çalmaya başladığı dakikalarda gözüme bir bakkal çarptı. Hemen içeri daldım tabi. Bildiğiniz bizdeki ufak bakkallardan. Sahibi altmışlı yaşların sonunda ihtiyar bir Çinli… Hani bu,” Bir gün bir Türk ve bir Çinli Madrid’ de karşılaşmış… ” diye başlayan fıkra gibi bir şey. Amcam kasanın ardında, beni görünce gözlüklerinin ardında ki çizgimsi gözleri daha da bir ufaldı, ön iki dişi dudağının altına sarktı ve zayıf çenesiyle yeri göstererek vücut diliyle kibarca “ hoş geldin” dedi. E, bende kör topal İspanyolca var “ hola” dedim seyrelmiş gri saçlarını geriye doğru taramış ihtiyara. Cevap aynen şu: Yaşları ne olursa olsun bünyelerinden hiç kaybetmedikleri Uzakdoğululara has çevikliğiyle oturduğu sandalyeden ayağa fırladı ve yüzündeki o kendine has dostane, ifadenin derecesi biraz daha arttı, sevimli yüzü buruşarak mahcup bir hal aldı. Kendi kendime “Hah Onur, ya bu amcayla anlaşacaksın ya da aç kalacaksın! “ dedim. Yahu zaten memleketin Adana kebabına, İskenderine, İnegöl köftesine daha iki günde hasret kalmışım. E, buralarda her yer jamon, her yer de jamon! Neyse ben basit bir iki cümleyle isteklerimi sıralıyorum. İhtiyar dan, “ que? “  (ne?) şeklinde cevap alıyorum. Olsun bu da önemli bir gelişme. Azmedip, sonunda derdimi anlatıyorum ve aç kalmaktan kurtuluyorum. İhtiyarla vedalaşıp mütevazi dükkanından ayrılıyorum. Gün batımında kaldırımlarda belli aralıklarla bulunan ağaçların üzerindeki kuşlar cıvıldarken, banka çökmüş turuncuya boyanmış binaları, sokağı, evlerine giden insanları seyrediyorum. Bir yandan bacaklarımı kaldırıma doğru uzatmış ayaklarımdaki karasuları defederken, bir yandan karnımı doyuruyorum. Huzurlu bir an… Aklıma geliyor, “ Yahu adamcağızın lisana hakim olmadığını anladığın halde (e sende sular seller gibi konuşmuyorsun) niye bu kadar resmi olması için uğraştın? Hani raflara biraz göz gezdirsem, istediğimi seçip Çinliye göstersem belki çok daha rahat anlaşabilirdik. Tıpkı onun beni karşılarken yaptığı vücut diliyle anlaşmak gibi. Ya da başka türlü. Ama anlaşabileceğimiz, rahat diyalog kurabileceğimiz bir şekilde… Hani bazen bir bakış bile çok şey anlatır. Bu olaydan yıllar sonra hayatımda dönüm noktası olan, hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim bir büyüğümle karşılaştım. İlk kez... Benimle tokalaşması ve gözlerimin içine bakması iki bilemedim üç saniye sürdü. Ama inanın orada onunla iki ay konuşmuş gibi oldum. Anlatabilmek. Bazen bir bakışla, bazen birkaç kelimeyle… Anlayabilmek. Bazen karşındakinin duruşundan, bazense bakışından…

Gezi desem? Şimdi ne alaka demeyin. Anılar bizde duyguları açığa çıkartır. Duygular; tıpkı bir flütten etrafa yayılan neşeli ya da hüzünlü notalar gibi. O sedayı ortaya çıkartan nefes gibidir anılar. Anı olmadan duygu da olmaz. Kentlerin de anıları vardır. Kentlerin anıları; orada yaşanmış, yaşamakta olduğumuz her birimizin anılarının sinip bir birine karıştığı, simge haline gelmiş olan tarihi binalar, mahalleler, parklar. Evet artan nüfusla birlikte son teknoloji ürünü yüksek binalardan oluşan yapılaşmalar kaçınılmaz oluyor. Bu bir gerçek, bunu bir tarafta tutmamız gerekiyor.  Değişen çağ ve giderek kalabalıklaşmamız nedeniyle kentlerin çehresi değişiyor. Ama her ne olursa olsun sözünü ettiğim bu simge mekanlar ve yapılarla kentler özlerini korur. Bunlar kentlerin adeta DNA sıdır.

Gezide ilk başta biraz yukarıdaki paragraftaki duygulara sahip insanlar, birazda anlaşılamadıklarını düşünen insanlar parka gittiler. (Masumane başlamış tepkide, olaylar çığrından çıktıktan sonra ortalığı yakıp, yıkanları ya da işi siyasi ranta çevirmek isteyenleri bunun dışında tutuyorum.) Maalesef sabaha karşı çadırlara yapılan müdahale ve sonraki saatlerde uygulanan orantısız güç sonucu olaylar kontrolden çıktı ve istenmeyen şeyler oldu. Nasıl ki iki ay sonra griye boyanmış merdivenleri, tekrardan rengarenk yapmak için harekete geçen binlerce kişi oraya gelmeden önceki gece yarısı belediye ekipleri apar topar rengarenk boyayıp eski haline getirdiyse aynı mantaliteye Gezi de de sahip olunsaydı ben üzücü olayların yaşanmayacağını düşünüyorum. Karşımıza yine anlatabilmek ve anlayabilmek ikilisi çıktı…

Avrupa’ da yüzlerce sene evvel yapılmış binalar hiçbir şey olmamış, kale gibi dururken bizde kırk sene önce yapılmış binaların deprem riski taşıyor oluşu can sıkıcı bir durum. Kentsel dönüşüm furyası yaşıyoruz. Dönüşüyoruz, değişiyoruz… Ama en azından yenilediğimiz binalar yüzlerce sene ayakta kalacak nitelikte olmalı. Ve bu dönüşüm olurken kentlerimizin anıları, anılarımız muhafaza edilmeli. Yani simge mekanlar ve yapılarla oynanmadan, kentlerin DNA sının değiştirilmeden bu işin yapılması gerektiğini düşünüyorum.

23 Haziran 2014 Pazartesi

BEN ROBOT


İsaac Asimov’ un efsane bilim kurgu romanı.  Hani meşhur üç yasası vardı;

1-Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
2-Bir robot birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3- Bir robot birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendinin zarar görmesine izin veremez.

Acaba git gide robotlaşıyor muyuz? Yıllarca farkında olmadan programlanmış ve programlanıyor olabilir miyiz? Şu an özgür irademizle yaptığımız tercihleri ya biz yapmıyorsak ve bunun farkında bile değilsek? Düşüncelerimizin ne kadarı bize ait? Sübliminal mesajlar içeren filmlerden, duyusal pazarlama tekniklerinden bahsediyorum.

Yorucu bir iş günüydü, evdi, çocuklardı, akşam yemeğiydi derken nakavt olmuş bir vaziyette televizyonun karşısında ki koltuğa kaykılıveriyoruz. Kumandanın tuşuna dokunuyoruz ve siyah ekranda görüntüler akmaya başlıyor. Dizi, reklam ya da macera filmi… Yavaşça gevşiyoruz. Zayıflamış, yarı uykulu bir bilinçle beynimizi bir musluk gibi akan görüntülere açıyoruz. Peki o görüntülerde neler olabilir?

Sübliminal Mesaj
Sübliminal görüntüler ilk olarak 1957 yılında Amerikalı reklamcı James Vicary tarafından kullanılmış, sonrasında Sapık’ ta  Hitchock, Dövüş kulübün’ de Fincher ve bir çok korku filmi yönetmeni sekansların etkisini güçlendirmek amacıyla kullanmışlardır. Olayın mantığı şöyle: Sübliminal görüntüler izlediğimiz film içinde o kadar kısa bir an görünüyorlar ki, göz bunları algılamıyor. (Saniyede 24 kare olması gerekirken 50 kare olan filmler. Gözümüz24 kareyi görüyor) Yani görmüyor muyuz? Kocaman bir hayır. Çünkü görme işlemini sadece gözümüzle değil beynimizle de yapıyoruz. Gözün algılayacak vakti olmasa da beyin onları “görüyor”. Yani farkına bile varmadığımız mesajlar bilinç altımızı programlıyor.

Duyusal Pazarlama
Aslında bunun temeli FMRI yani İşlevsel Manyetik Rezonans Görüntülemeye dayanıyor. Bu bir beyin tarayıcısı. Uyarıldığında oksijen tüketimi yapan nöronların monitörde renkli  olarak yansıtılıyor.( Görsel kortekste yanan voksel adındaki binlerce küçük bölge) Her bir görüntü, farklı bir duygu ve bunlar beynin farklı bölgelerini harekete geçiriyor. Böylece görüntüleri beyinsel bir haritayla ilişkilendirmek mümkün oluyor. Yani tarayıcıya girmiş kişinin düşünceleri ekrana yansıtılabiliyor!

Tarayıcıya giren deneklerin çoğunluğu Coca-Cola ‘ yı tercih ettiklerini söylemelerine rağmen beynin Pepsi’ ye daha çok tepki verdiğini tespit edilmiştir. Buda reklam kampanyalarının aslında organizmalarımızın tercihi olan ürünü değil de diğer ürünü tercih ettiğimize bizi inandırabilme potansiyelini ortaya koyuyor. Artık reklam kampanyaları bu teknolojiden faydalanarak duyusal pazarlamayı geliştirmeye yönelik çalışmalar yapıyorlar. Doğrudan bilince etkiyen beynin satın alma sürecini tetikleyen reklamlar…

Yıllardan beri televizyon, bilgisayar, telefon ekranlarından maruz kalınan görüntülerle ve seslerle farkına bile varılamamış bilinç programlanması. Şiddet içerikli film ve bilgisayar oyunlarıyla yetişen yeni nesil. Acaba bunlar her gün etrafımızda meydana gelen zorbalıklara artık gerektiği gibi tepki veremiyor oluşumuzu, İskandinavya’ da katliyam yapan Brevik’ lerin, Montreal’ de okulda dehşet saçan eli silahlı gencin ya da şu günlerde konuştuğumuz IŞİD’ in yaptığı toplu katliamların psikolojisinin oluşmasında ne kadar etkin?
Galiba kendi yarattığımız teknolojiyle farkında olmadan robotlaştık, robotlaşıyoruz. Duygularımızı, bizi insan yapan değerleri, özgürce karar verme yeteneğimizi kaybediyoruz. Ancak burada Asimov’ un robot yasalarının bile geçerli olmadığı tehlikeli yeni bir tür var. Niye mi? Yasaları bir daha sıralayalım uyup uymadığımıza siz karar verin…

1-Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
2-Bir robot birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3- Bir robot birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendinin zarar görmesine izin veremez.

E SENDROMU


Aslında bu yazıyı, Fransız yazar Franck Thilliez ‘ in E Sendromu isimli romanında anlatılan bilimsel konulardan yola çıkarak oluşturdum. Michael Crichton, Dan Brown tarzı  bilimsel fona sahip macera, aksiyon, polisiye romanlarından hoşlanıyorsanız bu kitabı tavsiye ederim. Geçtiğimiz ay Pegasus yayınlarından  piyasaya çıkan E Sendromu bence bu yazın en iyi polisiyelerinden. Tuhaf bir film izledikten sonra görme yetisini kaybeden arkadaşının yardımına koşan dedektif Lucie ile bir cinayeti araştıran dedektif Sarko’ nun kaderi Kahire’ den, Kanada’ ya uzanan insanlık tarihinin seyrini değiştirmiş, korkunç bir suçun sır perdesinin aralanacağı tehlikeli bir macerada kesişiyor.

20 Haziran 2014 Cuma

BEST MODEL


Irina, Gisele, Adriana… Benimle polemiğe girmeyin! Korkudan titreyin. Çünkü podyumu kaptırmak üzeresiniz. Best Model Selin’ le tanışın…
Şimdi “Alemsin Onur, kızın model olacağını nereden çıkartıyorsun ?” diye soracaksınız. E, herhalde bizimde bir gözlemimiz var, İşkembe i kübradan sallamıyoruz. Bakın yeğenim diye söylemiyorum hanımefendide harikulade bir enerji var. Göz göze gelip de o karşı konulamaz çekime kapılmamak mümkün değil. Kameralar karşısında gayet rahat ve inanılmaz fotojenik. Buyrun aşağıdaki fotoğrafa bakınız.
 
Ne zaman televizyonda bir manken belirse bizimkinin gözleri fal taşı gibi açılıyor, emziği atıveriyor ağzından ve ekrana kilitleniyor. Kız cin gibi daha şimdiden mankenlerin yürüyüşünü analiz ediyor. Peki enternasyonel podyumlarda boy göstereceğini nereden çıkarıyorum? İngilizceye bayılıyor. Kız geniş düşünüyor. Onunla ne muhabbetler yapıyorum, inanılmaz hoşuna gidiyor. Zaten aceleci bir yapısı var, on gün erken geldi. Hani utanmasa konuşmaya başlayacak haspam. Şimdilik ınna, ınnaa diyor ama ben onu gayet iyi anlıyorum. Bazen bir bakış bile çok şey anlatır…

Peki ya fiziği? Taş gibi bir vücuda sahip olacağı daha doğumunun sabahında belli oldu. “ Seninle Avrasya Maratonlarına mı gitcez, koşarak boğaz köprüsünden mi geccez? “ sorum karşısında kız gözünü açmasın mı? Sportif olacak besbelli. O da amcası gibi maratoncu olacak. Taytıllar şimdiden ikiledi. İyi mi! Rüzgarın Kızı Best Model Selin. Hani milleti bilmem ama ben ona kısaca RKS ya da BMS olarak da hitap edeceğimi düşünüyorum. Kendisi bu seneki yarış için pusette de olsa bayağı bir arzulu ama anneye, babaya bir sormak lazım…
Kıyafeti üzerinde taşıyor be kardeşim. Ve son olarak çok ama çok cool. Haksız mıyım?

16 Haziran 2014 Pazartesi

FAKİR GENCİN HİKAYESİ


Önümde uzayıp giden sıranın en arkasındayım. Onlarca metre ötede sıranın sonunda boş bir sahne. Sahne önü kalabalık.  Herkeste heyecanlı bir bekleyiş.  Derken ışıklar yanıyor ve müthiş bir alkış kopuyor. Solumdan ben diyeyim Malkoçoğlu, siz deyin Kara Murat, öbürü desin komiser Şahin geliyor. Yüz yıllık Türk Sinemasının elli yılına damgasını vurmuş, emeğini vermiş efsane isim Cüneyt Arkın. Türk sinemasının kahramanı babalar gününde oğullarıyla beraber Bursa Anatolium’ da keyifli bir söyleşi yapıyor. Gençlere verdiği güzel mesajların arasında anlattığı komik anılarıyla güldürüyor. Oğlu bir ara: “ Fazla uzatmayalım yorgunluk olmasın” diyor. Cüneyt Arkın’ ın salonu inleten “ Nayııır, Malkoçoğlu norulmaz!” cevabıyla kahkaya boğuluyoruz. Üstat ışıltısından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş. Söyleşi sonrası kendisiyle tanışma ve kitabını imzalatma fırsatı buluyorum ve çok mutlu oluyorum. Kendi hatıralarından kaleme aldığı Fakir Gencin Hikayesi kitabı.
 

Filmlerimde zalimin karşısında ezilen yoksulun, hakkı yenenin yanındaydım hep… Güçlü, yiğit, cesurdum. Emeğin, alın terinin yanındaydım. Başıma gelecek belaları umursamadan, durmadan horlanan, hakkını arayamayan halkımın acılarını paylaşıyor, yenilmez görünen büyük, acımasız güçlerle ölümü göze alarak savaşıyordum.

Cömerttim, insan aşığıydım…

Yılmaz cesur bir savaşçıydım. Ordular bozuyor, kaleler fethediyordum.

Peki filmlerimde böyleydim de, özel hayatımda aynı doğrucu, halkını yurdunu seven insan mıydım? Halkıma ne kadar dürüst davrandım?

Hayatım boyunca, kendime bunları sordum, kendimle hesaplaşıp durdum.

KIŞ UYKUSU
 
Nuri Bilgi Ceylan’ ın Altın Palmiye kazanan Kış Uykusu filmi nihayet vizyona girdi. Filme bayıldım. Kapadokya’ nın büyüleyici atmosferinde inanılmaz bir görsel şölen ve sizi ele geçirecek dramatik bir hikaye. Böylesine olağan üstü bir eser ortaya koydukları için başta Nuri Bilge Ceylan’ a, oyunculara ve emeği geçen herkese teşekkürler. Peki film nasıl?
Kış uykusu,  edebiyatın sinemalaştığı bir film. Farklı dünya görüşlerine sahip karakterlerin birbiriyle çarpışan ucu açık monologları seyirciyi filmin içine çekiyor. Birbirini takip eden zengin metinleri ister istemez zihniniz yorumlamaya başlıyor ve filmin bir karakteri haline geliyorsunuz. Harikulade oyunculuk ve Anton Çehov’ dan esinlenilerek yaratılan öyküler bu etkiyi en üst seviyeye çıkarıyor. Uzun ve ağır akan sahneler kimileri tarafından eleştirilse de ( Filmin öyle güzel bir ritmi var ki uzunluk göze çarpmıyor. ) aslında bu büyüleyici bir görsellik sunuyor. Bu filmin etkisini arttıran bir başka önemli etken.  Uzunluk demişken üç saat on altı dakikalık filmin iki yüz saatlik çekimden çıktığının altını çizmek lazım!
Aydın Bey ( Haluk Bilginer ) varlıklı ve iyi eğitimli biri. Gençliğini tiyatro alanında bir türlü yapamamış olduğu çıkışı kovalarken ve Kapadokya’ da babadan kalma oteli işletirken harcamış. Kibirli, insanları küçük gören bir yapısı var. Yüzeysel baktığı için olayların derinliğini ıskalayan karşı tarafla empati yapmaktan yoksun bir karakter. Mutlu değil. Her şeye sahip olmasına rağmen icraya verdiği yoksul kiracısı Hamdi hoca kadar bile mutlu olamayan Aydın kafayı ona takıyor. Onu eleştirmeye başlıyor. Bir cami hocasının nasıl giyinip kuşanması, oturup kalkması, davranışları hakkında… Onu ve günlük hayatta karşılaştığı diğer olayları eleştirdiğini düşünürken aslında farkına varamadığı veya görmezden geldiği kendi yanlışlarıyla ve altı boş olan hayatıyla hesaplaşıyor. Aynı evde fırtınalı bir ilişki yaşadığı genç karısı Nihal ( Melisa Sözen ) ve yeni boşanmış sıkıntılı kız kardeşi Necla ( Demet Akbağ ) ile sonu gelmeyen tartışmalar yaşıyor. Nuri Bilge Ceylan bu ailenin mutsuzluğunun fotoğrafını çekerken, bireyden topluma analiz yaparak yaşadığımız kültürdeki unuttuğumuz ya da unutmaya başladığımız insani değerleri vurguluyor.

13 Haziran 2014 Cuma

BAŞARI


Başarı. Hayatımızın her anında karşılaştığımız, ama doğru ama yanlış mutluluğumuzu endekslediğimiz bir kavram. Derslerde başarı, işte başarı, hayatta başarı… Basit şekilde ele alacak olursak hedeflenen noktaya ulaşılmasıdır başarı. Sistem bazen karşımıza eşik noktasını kendi koyar. En azından İlerleyebilmek, tutunabilmek için o minumum eşiği geçmek zorunda kalırız. Bence yerine göre buda önemli bir başarıdır. Tabi ki tatmin olmamız belirlediğimiz hedefleri gerçekleştirmemizle  ya da öngörülen bir zaman diliminde o hedefe varabilecek potansiyeli kendimizde buluyor olmamızla da ilgilidir.

Başarı için hedef koymak gereklidir. Sağlıklı bir hedef ise kendini iyi tanımaktan geçer. Mevcut yeteneklerinizin kolaylıkla başarabileceği hedeflerden ziyade kendinizi değiştirip, geliştirebileceğiniz hedefleri seçmek daha yararlıdır. Bununla birlikte moral, güven, istikrar kazanma yolunda kolay hedeflerde kendi içlerinde değerlidir. Yönü belli olmayan gemiye hiçbir rüzgarın faydası olmaz. Yönümüzü amaç ve beklentilerimiz doğrultusunda belirlemeliyiz. Yolculuk ve yolculuğumuz öncesi  hazırlık stratejimizi iyi yapmalıyız. Başarı, hedef ve hazırlık. Doğru bir hazırlık süreci hedefe varmanın en önemli unsurlarından biridir. Koyulan nice hedefler hazırlık sürecinin hemen başında pes edilmesiyle gerçekleşmeyen hayaller hurdalığında çürümektedir. Kararlılık. Bu sizi yolculuğun her aşamasında oyunda tutar. İşler iyi gidebilir, kötü gidebilir, beklenmedik aksilikler çıkabilir… İşte kararlılık bu gibi durumlarda ayaklarınız devam etmese de, zihniniz dur dese de, gönlünüz pes etse de (Bakın gönül dedim. Öyle bir an gelir ki o bile pes edebilir! ) sizi yolda tutan otomatik pilottur. O refleksi gösterebilen bünyelerin durdurulması çok zordur… Bu hedefinize karşı konan her taşa, tüm kısıtlamalara karşı içinizden isyan eden vahşi bir ruhtur. Ortaya konan karakterdir. Bunun genelde bireylerin yaratılışlarıyla ilgili olduğu düşünülse de ki büyük oranda doğrudur. Ama çok önemli bir nokta gözden kaçmaktadır. Kişisel motivasyon veya neden. Varmak istediğimiz yerin, yapmak istediğimiz işin, olmak istediğimiz şeyin niçinine gerçekten sahipsek ve buna inanmışsak işte bu kişisel motivasyonlar bünyede doğal bir doping etkisi yapar. Enerjimizi her anlamda üst seviyeye çıkartır. Bu olayın duygusal boyutudur. Bazen mantığımızın kavramadığı, hayretler içinde kaldığımız, niye sorusunun altını bir türlü dolduramadığımız başarıların altında yatan gerçek budur. Yani yaratılışımız nasıl olursa olsun keşfedilmeyi bekleyen nedenlerimiz bizleri arzu ettiğimiz yerlere taşıyacaktır. Benim yaradılışım böyle, şu konuda yeteneğim kısıtlı, başaramam bahanelerine sığınmadan nedenlerimizi bulmalı ve hedefe doğru yol almalıyız. Kaybetmekten korkmamalıyız. Her hazırlandığımız, başladığımız yolculuğun finişini göreceğiz diye bir kural da yok. Başaramadığımız günler de olabilir. Benim gözümde kaybetmek, hiç sahaya çıkmamaktan çok daha değerlidir.

DÜNYA KUPASI

Zaman su gibi aktı, en büyük futbol fenomeni geldi çattı. Otuz iki takım, bir kupa ve dünyanın kalbi Brezilya’ da... Başarı, yolculuk demişken kimi takımlar bu turnuvada yer alarak çoktan hedeflerine ulaştı, acaba daha iyisini yapabilir miyizin peşindeler. Kimileri daha önce defalarca denedikleri ama başaramadıkları bir ilkin peşindeler. Kimileriyse kaldırdıkları kupayı bir kez daha kazanarak tarihteki yerlerini parlatarak taraftarlarını, ülkelerini mutlu etme peşinde…   Bazen saha dışında gelişen görmek istemediğimiz tatsızlıkları bir tarafa koyacak olursak sporun toplumları birleştirici gücüne ve gençleri olumlu yönde etkileme gücüne çok inanıyorum. Bakın bu konuda Arsenal’ i 1996 yılından beri çalıştıran ve önemli başarılar kazandıran Arsène Wenger şöyle diyor:Onlarla konuşmadan duygularınızı gösterebilirsiniz. Hayatımın bir döneminde onunla hiç konuşmamama rağmen Rus birinden çok önemli tavsiyeler aldığımı hatırlıyorum ve aynı duyguları paylaşıyorduk. Benzer şekilde hiç konuşmadan biriyle dans edebilir ve aynı frekansı tutturabilirsiniz çünkü müziği hissediyorsunuzdur. Spor, bu açıdan şahane bir şey. Kelimelerle iletişim  kurmak zorunda kalmadan insanların duygularını paylaşmasına izin verir. Bu yolla spor, dünyanın nasıl bir arada yaşayabileceğini gösterir. Yarının dünyasında artık daha fazla birlikte yaşamak zorunda kalacağız ve futbol gibi sporlar, toplumun lehine kullanılabilir.”  Bu futbol şöleninde herkesin hedeflerine ulaşması ya da yaklaşması, güzel futbol seyretmek, eğlenceli vakit geçirmek, ama her şeyden önemlisi fairplay görmek dileğiyle…

9 Haziran 2014 Pazartesi

YETİŞ HİDROMAN

Güneşli, sıcak bir pazar günü.  Çıfıt çarşısını andıran bir odada bilgisayar ve  karşısında bornozlu bir adam. O benim. Peki ne mi yapıyorum? Yazı yazmaya çalışıyorum.  On dakika kadar önce bunu yapmak aklımdan bile geçmiyordu. Yol yorgunluğumu ve mega kentin üzerime sinmiş olan karmaşa ve kirliliğini alacağım buz gibi bir duşla geride bırakmayı umuyordum. Gel gelelim musluğu çevirmemle tepemdeki duş başlığından dostlar alışverişte görsün kıvamında akmaya başlayan suyun kesilmesi birkaç saniye bile sürmüyor. Yukarıdan, aşağıya doğru incelerek akan su benim serinleyip ferahlama hayallerimle beraber kaybolup gidiyor. Kafa birden Atatürk köşkünün de bulunduğu Yalova Termal Kaplıcalarının yanındaki Gökçe barajına gidiyor. Zihnimde Discovery Channel’ da Mega Yapılar programında devasa inşaatların her gün çekilmiş fotoğraflarının art arda konmasıyla birkaç saniye içinde temelden gökyüzüne uzanmaları sahnesi beliriyor. Yıllardır önünden geçerken yeşille, maviyi buluşturan manzarasına hayran kaldığım baraja ait seksenlerden başlayan görüntüler art arda gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Doksanlı yılların başında su sıkıntısı yaşayan İstanbul’ a bile takviye yapan Gökçe barajının suları yavaş yavaş çekiliyor ve sonunda kocaman kahverengi çamurdan çorak bir kratere dönüşüyor… Sonra aklıma dün Nişantaşı City Life’ da film arasında tuvaletteki lavaboların sadece birinden o da yetersiz debiyle akan su geliyor. Hemen ardından yazın yazlıkçılarla beraber nüfusu iki katına çıkan Çiftlikköy’ de geçen hafta işitmiş olduğum bir anonsu hatırlıyorum. Elektrik direğinin tepesindeki megafon  ses vermeden önce cızırdıyor, etrafta çınlayan ding, dong, dong…. girizgahından sonra “  Duyuru. Yetkililerin yaptığı açıklamaya göre bu sene en kurak yaz mevsimini geçireceğiz. Suları boşuna israf etmemenizi önemle hatırlatırız. Zabıta ekiplerimiz balkonda yıkanmış halıları gördüğü takdirde cezai işlem uygulayacaklardır…” diye anons devam ediyor. Gülsem mi, ağlasam mı?  Evet, maalesef kapımıza gelip çatan kuraklıkla karşı karşıyayız. Belki de içinde bulunduğumuz tüketim çılgınlığı sarmalının en vahim sonucu susuzluk. Hani bu petrole, doğalgaza, paraya benzemez. Bu saydıklarım için savaş çıkıyorsa, su için kıyamet kopar! En nihayetinde sudan yani yaşam için en temel unsurdan bahsediyoruz. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım hangimiz suyun kullanımı konusunda israfa kaçmıyor ki? Susuzluğu yaşamaya başladıkça konuyla ilgili daha dikkatli olmaya başladığımızdan ve olacağımızdan şüphem yok. Ama bunun yüzleşeceğimiz kuraklık gerçeğinin bizlere yaşatacağı sıkıntıları bir nebze olsun hafifletmekten başka bir işe yaramayacağı ortada. O yüzden konuyla ilgili çok dikkatli olmalıyız. Hani “ Yetiş Hidroman!” diye bağırınca uçup gelecek, kollarından fışkırtacağı sularla barajlarımızı dolduracak bir süper kahraman da henüz icat edilmedi Hollywood’ da! Hımm, aslında bu hiç de fena bir fikir değil. Vakti zamanında Amerikalı çizerler şehirlerde artan suç ve bunların önlenmesi konusundan ilham alarak süper kahramanları yarattıklarına göre Hidroman de niye olmasın? Bizi kurtarsa kurtarsa bu saatten sonra o kurtarır…  #YetişHidromannnn !

ANDY WARHOL
İlham ve yaratmak demişken size şu günlerde İstanbul’ da ağırlamakta olduğumuz bir dâhiden bahsetmek istiyorum. Andy Warhol (1928-1987)  çoğaltılabilirlik ve yeniden üretilebilirlik teknikleriyle Amerikan Pop Sanatı’ nı yeniden yarattı ve öncüleri arasında yer aldı. Fikirlerin, insanların ve olayların metalaştırıldığı maddi bir dünyada Warhol her şeyi nesne statüsüne indirgeyerek, içerik ve formu önemsizleştirdi. Bunu çoğaltma ve yeniden üretme teknikleriyle başararak popüler, fani, harcanabilen, düşük maliyetli, seri imal edilen, genç, hazır cevap ve büyüleyici bir sanat üretti. Pop sanat: Sınırları belirsiz olan, çizgi roman, afiş, ambalaj, sinema, tv den ilham alan bir sanat. Marilyn Monroe’ yu bir Marliyn Monroe görüntüsüyle, Cambell’ s çorba kutularını, Cambell’ s çorba kutuları görüntüleriyle değiştiriyordu. Kamuoyu tarafından tanınan portrelerin fotoğraflarına tonlanmış geometrik düzlemler ekleyerek kontrast kattı ve kişiselleştirdi. Söz konusu olan artık bireyler ve nesneler değil onların görüntüsüydü. Slovak kökenli bir ailenin oğlu olarak önceleri garipsendiği, sonraki yıllarda eleştirdiği ama bir yandan da hayran olduğu Amerikan kültürünü yeniden yaratarak kendisi de 20. Yüzyıl sanatının en ikonik isimlerinden biri olan Andy Warhol’ un Pera Müzesindeki sergisindeydim. Gerçekten büyüleyici ve ilham vericiydi.  Warhol, galeri ve müzelerin her şeyi sanata dönüştürebileceğini biliyordu. Sanatın çeşitli dallarıyla ilgilenen, tüm provakasyonları ile izleyicinin ilgisini garantiye alan Warhol, sanatta Pazar mekanizmasının egemen olduğu bir dünyaya işaret etti.  İlgilenenler, yolu düşenler, merak edenler için Warhol 20 Temmuza kadar Pera Müzesinde.










20 Mayıs 2014 Salı

SOMA

Manisa’ ya yaklaşırken kurtarma çalışmalarının sona erdiği ve yeraltından son naaşların da çıkartıldığı haberi geliyor. Soma’ da ortalığın yine karıştığına dair haberler de geliyor aynı dakikalarda. Ben de ilk önce Kırkağaç’ a uğrayıp oradan Soma’ ya geçmeye karar veriyorum. Ailelerin gelip monitörlere yansıyan fotoğraflara tek tek bakıp yakınlarını teşhis ettikleri soğuk hava deposunun bulunduğu Kırkağaç… Mezarlığa varıyorum. Tüm kasaba orada.  Bu sefer düştüğü yeri değil hepimizi yakan felakette akrabalarını, dostlarını, komşularını ebedi yolculuklarına uğurlamak üzere olan insanlar. Kimisi ayakta zor duruyor, kimisi sessizce ağlıyor, kimisi yere çökmüş yan yana dizilmiş mezarları öylece seyrediyor. Derken ay yıldızlı bayrağımıza sarılı tabutlar geliyor. Omuzlarda insan denizinin üzerinde son yolculuklarına doğru yol alıyorlar…

ARKADAŞ

Size iki arkadaştan bahsetmek istiyorum. Aynı mahalle de birlikte büyüyen, ekmeklerini aynı madende kazanan iki arkadaş. İsmail Coşkun. Yirmi sekiz yaşında. Ardında gözü yaşlı hanımı ve iki yaşındaki oğlu…  Hakan Uçkun. Otuz bir yaşında. Ardında gözü yaşlı hanımı ve yedi aylık çocuğu… Arkadaşı İsmail’ i kurtarmak isterken vefat ediyor. İşi beş-on dakika erken biten ama aldığı maaşın hakkını sonuna kadar verme derdinde olup madenden erken çıkmayan İsmail... Kara toprağın altında yatan iki arkadaşla ve diğer şehitlerle vedalaşıyor ve Soma’ ya geçiyorum.

TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİM

Hani çok sık kullanılan “tüyü bitmemiş yetim” terimi vardır. Peki bu ne anlama gelir? Anlatacağım. Soma belediye mezarlığının girişi yurdun her tarafından taziye için gelenlerin arabalarıyla dolu. Vakit akşama yaklaşmasına rağmen gelmeye devam ediyorlar. Kapıdan içeri girip yukarı doğru hafif eğimli yokuşu adımlıyorum. Yüz metre kadar sonra karşımda bir çeşme, çeşmenin önünde plastik bir duba beliriyor. Üzerinde bir ok, kırmızı harflerle “ MADEN ŞEHİTLİĞİNE GİDER” diye yazıyor. Birkaç gün evvel o yazı ve maden şehitliği diye bir şey yoktu. Ama Üç yüz bir tane can vardı… Maden şehitliğinde uç uca eklenmiş uzayıp giden mezarlar. Her birinin etrafı irili ufaklı taşlarla çevrilmiş, üzerlerine rengarenk çiçekler serpiştirilmiş mezarlar. Otobüse atlayıp gelen taraftarların atkılarını bıraktığı, yurdun öbür ucundaki minik öğrencilerin yetim kalan kardeşlerine en saf duygularıyla destek olmak amacıyla kaleme aldıkları duygu yüklü kelimeler içeren mektupların olduğu mezarlar. Toprak altında susuz kalan madenciler artık suya kavuşsun diye başlarına testi konan mezarlar. Onlardan birinin başında bir kadın.  Çökmüş sandalyenin üzerine vakur bir halde... Donuk gözlerle hiç kıpırdamadan kabre doğru bakıyor ve belli aralıklarla kesik kesik çığlık atıyor. Bu sahne dakikalarca tekrarlanıyor ve sonunda takati kalmayan kadını sedyeye alıp götürüyorlar. Karnında taşıdığı iki aylık bebenin ölen babasının, kocasının yani hayat arkadaşının adını çığlık atıyor sedyedeki kadın. Tüyü bitmemiş yetim… Tüyü bitmemiş yetim işte o kadının karnındaki çocuk sevgili okur.

SUÇLU

Suçlu kim? Sadece yetkililer mi? Hayır! Suçlu benim, suçlu sensin, suçlu biziz, BİZ! Günlük hayatta en basit kurallara dahi uymamayı ilke haline getirdiğimiz için. Her zaman, her konuda kural, kaidenin çevresinden illaki dolanmayı matah bir şey saydığımız için.  Toplum olarak kuralsızlığı, bize bir şey olmazcılığı iliklerimize kadar kanıksadığımız için.

Değinmeden geçemeyeceğim çok önemli bir konu var. Cenaze evinin kuralları vardır. Bu ülke şu an koca bir cenaze evidir. Herkes lafını sözünü iki kere tartmalı ve acısı olana yaklaşan dikkatli olmalı. Üzülerek görüyorum ki biz artık bunu bile beceremiyoruz.

YAŞA ÇOCUK!

Hani mezarların üzerinde yurdun öbür ucundan yollanan mektuplar var dedim. Minik öğrencilerin yetim kalan kardeşlerine çocuksu, kirlenmemiş, en saf duygularıyla destek olmak amacıyla kaleme aldıkları duygu yüklü kelimeler içeren mektuplar… Sizleri altıncı sınıf öğrencisi bir evladımızın sözleriyle baş başa bırakıyorum.

“ Sevgili Somalı kardeşim;

Hiç beklenmedik bir patlama yüzünden bütün Türkiye yasta ve bayraklar yarıda. Emin ol seni tanımasam bile çok üzülüyorum. Şimdi seni düşünüyorum da inanamıyorum bu olaya. Belki benimle hiçbir zaman karşılaşmayacaksın ya da beni birkaç gün sonra unutacaksın ama şunu hiç unutma, ben ve ailem elimizden geldiği kadar size yardım edeceğiz. Okulumuz ve diğer her Türk vatandaşının da size yardım edeceğini bilmeni istiyorum. Umudunu ve neşeni hiç kaybetme. Senin, babanın, akrabanın bu millet için çok şey feda ettiklerini ve çok çalıştıklarını unutma…

SİZLERİ ÇOK SEVİYORUZ

BAŞIMIZ SAĞOLSUN… “

11 Nisan 2014 Cuma

EL CLASİCO


Bir genç gözü dönmüş saldırganlardan canını zor kurtarıp benzin istasyonuna sığınıyor. Polis memurları bıçaklanıyor. Kalabalığın arasında kalan otomobil tarumar ediliyor. Hareket halindeki otobüs çapraz ateş arasında kalıyor ve taş yağmuru sonucu camları tuzla buz oluyor… Nemi oldu? Top patladı. Yok, yok Suriye’ de cereyan eden iç savaştan bahsetmiyorum sevgili okur. Geçen Pazar İstanbul’ da oynanan derbiden bahsediyorum, top da futbol topu…
Her zaman olduğu gibi rahmetli Vedat Okyar skoru doğru tahmin etti. Her derbi öncesi mikrofon uzatıldığında gayet ciddi bir şekilde kendine has üslubuyla:” Şimdi bu maçı ya Fenerbahçe alır, ya Galatasaray kazanır, ya da berabere biter “ diye cevaplardı. Yine yanılmadı ve maçı bir taraftan biri galip bitirdi. Bol sarı kartlı doksan dakikadan akıllarda kalan tek şey Melo’ nun dışarı fırlayan dili…

Dil demişken; daha geçen yaz yıllardır birbiriyle kanlı bıçaklı olan üç güzide kulübümüzün taraftarları bir araya gelip omuz omuza yürümedi mi? İşte İstanbul United artık taraftarlar aynı dili konuşuyor Türkiye’ de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demedik mi? Peki ne değişti de maç öncesi kıyamet koptu? Derdimiz ne sevgili okur? Ben size yerinde deneyimleme şansına sahip olduğum bir başka büyük maçın öncesinden ve doksan dakikasından bahsetmek istiyorum. El Clasico’ dan…

Nefis bir bahar günü.  Hava günlük güneşlik. Başkent Madrid’ de sıfır noktasında yani her şeyin başlangıcı kabul edilen Sol Meydanındayım. Her köşede bir müzisyen. Kimi yerde bağdaş kurmuş gitar çalıyor, kimi tezgahın üzerinde ters çevrilmiş bardaklardan çıkarttığı kristalize sesle insanın ruhunu teslim alıyor. Şehrin sembolü ağaca tırmanan ayı heykelinin dibinde akordeon eşliğinde şarkı söyleyen coşkulu koro kendilerini çevreleyen turist gurubunu mest ediyor. Gözüm yanımda dikilen çöpçü heykeline takılıyor. Başında kasketi elinde süpürgesi boynu bükük yere bakan adam aniden canlanıyor ve yerleri süpürüyor. Ödüm patlıyor, etraftan kahkahalar yükseliyor. Derken karşıdan bir kızıl derili beliriyor. Turistlerin fotoğraf makinelerinin flaşları animatörlere doğru patlıyor. Metro için bilet aldığım büfenin yanında sleepy hollow kıvamında kelleyi koltuğuna kıstırmış siyahlar içinde pelerinli bir animatör tabureye çökmüş, elindeki kocaman Barcelona logosunu cümle aleme gerine gerine gösteriyor. Onu görenler tebessüm ediyor, Real Madrid taraftarları da dahil olmak üzere yanına gidip fotoğraf çektiriyorlar. Değil Dünya’ nın galaksinin en büyük maçına saatler kala ortamda müzik var, şamata var, keyif var sevgili okur…
Estadio Santiago Bernabeu istasyonundayım. Metrodan inip yukarıya çıkan merdivenlerini tırmanıyorum. Nihayet basamakları bitirdiğimde karşıma çıkan manzara karşısında adeta çenem yere düşüyor! Önümde göğe doğru yükselmekte olan devasa yapıyı hayran hayran dakikalarca seyrediyorum. Hani abartmıyorum eğer futbol bir din olsaydı Estadio Santiago Bernabeu onun mabedi olurdu ve burada El Clasico’ yu seyretmek de herhalde en kutsal futbol ibadeti olurdu. Biraz erken geldiğim için bende stadyumunu bir tavaf edeyim diyorum ve çevresinde dolanıyorum. Onlarca yayın aracı, röportajlar, tezahüratlar… Heyecan dorukta. Deplasman maçına gelmiş Barcalıların arasından geçiyorum. Kimsenin kimseye sataştığı yok. En ufak bir tatsızlık yok. Beş bin Barcalıyı sayısı seksen bini bulan ev sahibi taraftarlara karşı koruyan her hangi bir polis de yok. Zaten herkesin polisi kendi vicdanı değil midir sevgili okur?

Üçüncü ligde oynayan Yalovaspor’ un maçlarında bile kapıdan geçerken didik didik aranırken( ne yazık ki bunun böyle olması gerektiğini geçenlerde mecliste yaşanan saldırı vakasında gördük) , böylesine bir maçta stadyuma üzerimin aranmadan girmiş olmamın bende yol açtığı şaşkınlık geçtiğinde her iki takım yeşil çimlerde görünüyor. El Clasico… Bir tarafta uzay futbolu oynayan Xavi, İniesta, Lionel  Messi’ li Barcelona. Diğer tarafta ikinci Los Galacticos dönemini başlatan Kaka, Benzema, Cristiano Ronaldo’ lu Real Madrid. Hakemin başlangıç düdüğünün duyulmasıyla beraber ardı ardına patlayan on binlerce flaş bu anı ölümsüzleştiriyor. Coşku tavana vuruyor. Her iki tarafın bir birini tartarak geçirdiği ilk dakikalardan sonra Barca kontrolü ele alıyor. Real Madrid çok gergin çünkü ligde gerideler ve bu maçı muhakkak kazanmaları gerekiyor. Ama bir türlü Barca’ya diş geçiremiyorlar. Orta sahaya yakın bir yerde Barca bir faul kazanıyor. Oyuncular arasında tartışma çıkıyor. Real Madrid’ liler hakeme itirazlarını sürdürürken Barca çabucak oyuna başlıyor. Xavi topu ceza sahasına doğru havalandırıyor. Messi ve Ramos aşağı doğru süzülmekte olan topa doğru hamle yapıyorlar. Ramos resmen uçan tekmeyle topa doğru gelirken Messi göğsüyle topu yumuşatıp müthiş bir çalım atıyor Ramos’ a. Ramos resmen Rastro’ ya gidiyor… Casillas’ la karşı karşıya kalan Messi topu kalecinin yanından hemen önümde bulunan kalenin filelerine bırakıyor. Devre oluyor.

İkinci yarıda Barca kalesine gelen Real Madrid atakları resmen sağnak yağmur gibi… Kaleci Victor Valdes yalnız kalıyor. Sağdan, soldan, ortadan devamlı ataklar geliyor. Uzunca bir süre bayağı bir baskı yiyip, sıkılıyor… Tek başına çok iyi direniyor. İnanılmaz toplar çıkartıyor. Gol gelmedikçe stadyumdan uğultular yükseliyor, seksen bin kişi adeta çıldırıyor… Ancak tüm bu ataklar eldivenlerinde eriyip gidiyor. Hani kızgın demirin üzerine düşmesiyle buharlaşıp yok olması bir olan yağmur damlaları gibi… Real Madrid ahmakça ve şuursuzca saldırmasının bedelini ağır ödüyor. Sonuçsuz kalan başka bir ataktan sonra kaleci Valdes topu çabucak oyuna sokuyor. Top kaptana geliyor. Takımın maestrosu, orta sahanın beyni Xavi Real Madrid defansının arasına harika bir ara top atıyor. Savunmanın arkasına sızan Pedro hızla kaleye doğru ilerliyor. Ceza sahasına girmeden yayın oradan müthiş bir plase yapıyor. Top öyle bir noktaya gidiyor ki, değil bir tane iki tane kaleci olsa o topu çıkartamaz. Zaten çıkartamıyorda. Fileler havalanıyor, seksen bin taraftar susuyor. Meşin yuvarlak fileler içinde dönüp çimlerin üzerinde durduğunda futbolun mabedine ölüm sessizliği çoktan çökmüş oluyor. Çıt yok… Real Madrid maçı çevirmek için artık kariyerinin sonuna gelmiş efsane kaptanları Raul’ u bile yedek kulübesinden çağırıp oyuna sokuyor. Ama onunda oyuna herhangi bir tesiri olmuyor sevgili okur… El Clasico Barcelona’ nın iki sıfırlık üstünlüğüyle sonuçlanıyor.
Santiago Bernabeu Stadyumu’ nu gezme ve içersinde bulunan müzeyi ziyaret etme şansına eriştim. Kupalar, formalar, fotoğraflar ve tabiki anılarla dolu olan bu olağan üstü müze size Real Madrid’ in zaferlerle dolu tarihini yaşatıyor. Beyaz şimşekler Şampiyonlar Ligi kupasını tam dokuz sefer kazanmışlar. Dile kolay tam dokuz sefer… Acaba bir Türk kulübümüz de bir gün Avrupa’ nın bir numaralı kupasını kaldırabilir mi? Ben kesinlikle kaldıracağına inanıyorum. Ama bunun için önce birbirimizin ayağını kaydırmaktan vazgeçip yanındakinin üzerine basarak yukarı çıkılamayacağını iyice idrak etmemiz gerekiyor sevgili okur…

NUH: BÜYÜK TUFAN
Kutsal kitaplardaki anlatımdan farklı bir Nuh peygamber portresi çizen, Dünya’ da ki yaşamın başlayışı ve gelişiminin Darwin’ e vurgu yaparak anlattığı sahnelerden ötürü oldukça eleştiri alan Nuh: Büyük Tufan filmini seyrettim. Başrollerde Russel Crow, Jennifer Connelly , Antony Hopkins’ in olduğu filmde İyilik yolundan sapan insanoğlunun yer yüzündeki tüm kaynakları tüketip ortaya çıkan çorak verimsiz topraklarda sefalet içinde yaşaması, bir lokma et için birbirlerini satar, boğazlar hale gelmesi ve daha da kötüsü bu durumun toplum içinde kanıksanmış olması Black Swan filminde de imzası olan Aronofsky tarafından çarpıcı şekilde ortaya konurken aslında günümüzdeki kapitalist anlayışa ve doğaya zarar veren insanoğlunun davranışına göndermelerde bulunuyor. Bu durum gemiyi yaparlarken oğlunun Nuh peygambere “ Niye biz ve niye bu gemiyi hayvanlar için yapıyoruz?” sorusuna “Masum olanı korumak için seçildik. Hayvanlar çünkü onlar ilk günkü gibi yaşıyorlar.” cevabıyla doruk noktasına ulaşıyor. Taşa dönüşmüş meleklerin, savaşların olduğu ve tufanın koptuğu sahnelerdeki özel effektler çok etkileyici. Herkes tarafından iyi kötü bilinen bir konu olmasına rağmen film iki saat boyunca izleyiciyi tutmayı başarıyor.

2 Nisan 2014 Çarşamba

SEÇİM

Pazar sabahı. Aksıra, tıksıra lisenin bahçesinden içeri giriyorum. Üşüme, titreme, ateşler içindeyim. Her yanım kırık dökük… Sırtımdan bıçaklanıyormuşum gibi hissediyorum.Dört dörtlük gribim anlayacağınız. Bu virüs fena hasta etti beni resmen yataklara serdi. Ama vazife mühim. Bir oy bir oydur sevgili okur.
Koridorda bir uğultu. Kalabalığın arasında sınıf kapısının bir adım dışında dikiliyorum. İçeriye bakıyorum. Tavandan aşağıya doğru uzanan pencerelerin ardında gördüğüm ağaçlar ve okul bahçesi zihnimde geçmişe bir pencere açıyor. Yıllar evvel öğrencisi olduğum sınıfım. Ne günler geçti burada. Ne kahkahalar, ne sınavlar, ne muhabbetler…Sınıfın köşesine kurulmuş bordo perdeli kabinden hışımla dışarı fırlayan kadının sitemkar sesi beni düşümden uyandırıyor.
“Bu kaşe çalışmıyor!” diye ayakta duran takım elbiseli görevliye söyleniyor. Kel başını ter basan görevli beceriksizce kırmızı kaşeyle oynamaya başlıyor. Yayını kurcalıyor, orasını, burasını çeviriyor… İçleri yavaş, yavaş zarflarla dolmaya başlayan şeffaf sandıkların ardındaki beyaz saçlı bayan görevli ayakta kaşenin düzelmesini bekleyen genç kadına “ Bayan diğer kabindeki arkadaş işini bitirince oradaki kaşeyi kullanabilirsiniz” diye sesleniyor. O esnada kızarıp, bozaran takım elbiseli adamın titreyen elindeki kaşe canlanıp havaya fırlıyor. Zemine çarpan gerecin yayı bi tarafa, kırmızı gövdesi öbür tarafa dağılıyor. Evet yazan yuvarlağı ise bozuk para misali kısa bir turladıktan sonra yere kapaklanıyor. Bu arada bir hanımefendi loş koridorun sol tarafından Stealth Fighter’ a (Radara yakalanmayan casus uçak) nazire yaparcasına sessizce oy kuyruğuna doğru süzülüyor ve şirince bir “ günaydın” çekip araya kaynıyor. Sıra ilerliyor. Önümde henüz afyonu patlamamış gözlerinden uyku fışkıran eşofmanlı bey cep telefonunu kapı dibindeki askıda duran montun cebine emaneten bırakıyor. Az evvel yerde paramparça olan kaşeyi müthiş bir mühendislik hüneriyle tek parça haline getiren takım elbiseli suratında büyük bir gururla kaşeyi kabine giren adama veriyor. Bu arada koridorda kuyruk uzuyor. Kabinden çıkan adam yüzünde alaycı bir ifadeyle “ bu kaşe çalışmıyor” diye mırıldanıyor. Yine olayı toparlamaya çalışan beyaz saçlı bayan sandık görevlisi “ Beyefendi diğer kabindeki oy kullanımından sonra oradaki kaşeyi alırsınız” diyor. Bu arada kırmızı kaşeyle olan münasebetini derbi maçı havasına sokan ve ezeli rekabete girişen takım elbiseli pencerenin oraya gidiyor ve tekrardan talihsiz gereci kurcalamaya başlıyor. Dakikalar geçiyor ve nihayet sıra bana geliyor. Ne yalan söyliyim heyecan basıyor. Koca bir seçimin kaderi bana bağlıymış, birazdan kullanacağım tek bir oy her şeyin belirleyicisi olacakmış gibi hissediyorum. Yutkunuyorum ve ağır çekim adımlarla öğrenci sıraları köşelere çekilmiş ortası boş  sınıfa giriyorum. Yıpranmış kimliğimi masaya bırakıp oy pusulasını alıp kabine doğru geçiyorum.
“Bu kaşede sıkıntı var, doğru dürüst çalışmıyor” diye takım elbiseli adamın verdiği kaşeyi reddediyorum. Sınıftaki ve kapıda bekleyenlerin gözleri üzerimize çevriliyor.
Ters çevrilmiş, demir ayakları tavana bakan eskimeye yüz tutmuş sıranın tahtasına kaşeyi yapıştırıveriyor takım elbiseli… ÇAT! Sonra biraz daha sert bi daha yapıştırıyor ÇAAT! Allah’ ı var iyi ses çıkartıyor çakmaktan biraz daha hallice allı nazo kaşe.
“Sert basınca çalışıyor” diye masumiyetini kanıtlıyor takım elbiseli. Bir yandan koluyla terlemiş kelini kuruluyor.
“Tabi ya, sert basmak! Bu niye aklımıza gelmedi ki? Zorlamak, sonuna kadar…Doğru ya bu dahiyane yöntemle icabında iğne deliğinde koca bir öküz bile geçirilebilir değil mi sevgili okur?
Takım elbiseli sakar ve inatçı görevlinin vücut dili ve sesinin tonu bende pek güven oluşturmadığından kaşeyi önce cebimden çıkarttığım kağıt üzerinde deniyorum. Yaradana sığınıp basıyorum. ÇAT! Tamam çat da ses var görüntü yok! Bi daha basıyorum ÇAAT! Bak bu sefer iki A lı oldu. Yok kardeşim yok…Ses var görüntü yok! Bir hışım bordo perdeli kabinden dışarı fırlıyorum.
“Bakın bu kaşe doğru dürüst çalışmıyor bunu bi daha kullandırmayın” diye gürlüyorum sınıfın orta yerinde. Sessizlik… Normalde asabi, öyle gürleyen, patlayan biri değilim ama bu haleti ruhiye hain virüsün, mikropların, hastalığın neden olduğu bir dışavurum olsa gerek sevgili okur… Kel ıkır cıkır kem küm edecekmiş gibi oluyor ama salak onu da edemiyor. Çarpılmış  ağzından kimsenin duymadığı zaten duymak da istemediği öyle sinek vızıldamasına benzer bir şey çıkıyor. Adam karşımda git gide ufalmaya başlıyor hani çizgi filmlerdeki gibi… Sonunda ayaklarımın dibinde küçük adam oluyor.

Elbise askılarının bulunduğu taraftaki diğer kabine gidiyorum. Doğru dürüst çalışan kaşeyi kullanıp, birinci zarfı sandığa bırakıyorum. İkinci pusulayı almışım, arkamı dönüp kabine doğru gideceğim sırada stealth fighter’ ı bordo perdeli kabinde görüyorum. ( hani kaynakçı abla, demin de kapı önünde kaşla göz arasında sıraya kaynamıştı.) Beyaz saçlı bayan sandık görevlisi mavi gözlerini patlatmış “ Hanım efendi lütfen sıranızı bekleyin, arkadaşın oy verme işlemi daha bitmedi ” diyor. Hemen yanında oturan atmış yaşlarındaki kır saçlı sandık görevlisinin pos bıyıklarının altındaki etli dudakları kıpırdıyor “ Geçiversin canım ne olacak?” diyor hırıltılı bir sesle.“Ama olur mu öyle şey sıra karışıyor, bayan lütfen dışarı gelin!” diye cevaplıyor beyaz saçlı kadın. Bu tartışmanın ortasında ben kabinden çıkmakta olan bayanın aylardır tesisat işlerinde çalıştırmak üzere aradığımız kaynakçı olabileceğine kanaat getiriyor ve yarın konuyu patronuma açmaya karar veriyorum. İki kez daha şeffaf sandıklara zarfları yolladıktan sonra kendimi koridora atıyorum. Sınıf önlerinde kuyruklar, oradan oraya seğirten görevliler ve uğultu… İçimden yukarı çıkarken kullandığım kalabalık, nispeten daha geniş merdivenler değil de, koridorun diğer kanadındaki merdivenlerden inmek geliyor. Yıllar evvel zil çaldığında koşuşturduğumuz merdivenlerden bu sefer ağır ağır iniyorum. Zemin kata vardığımda bahçeye açılan batı kapısını kilitli buluyorum. Binaya girdiğim ana kapıdan dışarı çıkmak için okulun laboratuarlarının ve resim-müzik atölyelerinin bulunduğu uzun koridoru geçmek durumunda kalıyorum. İyi ışık almayan loş koridorda yankılanan adımlarımın sesine birden bire flüt sesleri karışmaya başlıyor. Aklıma yıllar evvel şu an yanından geçmekte olduğum müzik atölyesinde sınıfça çaldığımız melodiler geliyor. 1999 senesinde rahmetli olduktan sonra dönemin geri kalanında bıkmadan usanmadan parçalarını çaldığımız ve hep bir ağızdan söylediğimiz sevgili Barış Abi’ nin güzel şarkısının melodisi. İçimde derinlere gömülmüş, yıllar sonra burada tekrar yürürken ansızın açığa çıkıveren “ Anlıyorsun değil mi? “ şarkısının tınıları... Aslında şu günlerde “Barış” tam da ihtiyacımız olan şey sevgili okur…
Seçim sonucu ne mi oldu? Bugün çarşamba. Türkiye genelinde resmi sonuçların ilan edilmesinin üzerinden yaklaşık yetmiş iki saat geçmesine rağmen Yalova ‘da durumlar birazcık karışık. Şöyle izah edeyim; Pazar akşamı X partisi öndeydi. Sabah oldu kalktık bi baktık YSK bir oy farkla Y partisinin kazandığını ilan etti. Hemen öbür taraftan itiraz geldi nitekim bir sandıkta X partisine verilmiş olan yüz elli dört oyun yanlışlıkla Z partisine verilmiş olduğu ortaya çıktı ve böylece X partisi kazanmış oldu. Ama yok hayır! Bu sefer Y partisi geçersiz olan oyların sayılmasını istedi. Konu mahkemelik oldu ve kimin kazandığı henüz belli değil. Ama sakın merak etmeyin, ben belli olur olmaz haber veririm. Tahminime göre üç vakte kadar kazanan belli olur sevgili okur…
Peki bu seçim bize ne getirir? Bizler en basit sıraya bile kaynak yapmaya devam ettikçe, çok basit bir kaşenin çalışıp çalışmadığını kontrol etmeyip, arızalanma ihtimaline karşı yedeğini bulundurmadıkça, günlük yaşantımızda  tanık olduğumuz başka birini mağdur eden bir haksızlığa karşı “ ucu bana dokunmuyor, sesimi çıkarıp başımı belaya sokmayım” diyip sustukça, X ya da Y nin kazanması hiç ama hiç fark etmez! Bu vicdan ve ahlak noksanı davranışın hüküm sürdüğü yerde hırsızlıkta olur, haksızlıkta olur, adaletsizlikte olur! Sonra ” n’oluyoruz ya niçin kimse bir şey yapmıyor?” demeyeceksin. Gecenin sessizliğinde uykuya dalmadan önce boy aynasının karşısına dikilip şöyle bir kendine bakacaksın. Ama çok dikkatli bakacaksın… Sonra yatağına gidip yastığa başını rahatça koyuyorsan ne ala… Ha burada çok güzel yatırımlarla müthiş karayolları, yepyeni okul binaları vs. de olur. Ama o yepyeni yollarda beş yıl sonra da kazalar ve aptalca can kayıpları olur. O yepyeni binalarda beş yıl sonra da yine sıralara kaynaklar olur… Seçim düzenleyip, oy kullanıyoruz yenilik için değişim için daha iyisi için. Bakın aslında bu çözümü fevkalade zor olan bir sorun değil. Cevap seçimleri düzenlediğimiz yerlerde yani okullarda. Okullarda doktor, mühendis, avukat vs. yetiştirmeden önce ilk olarak insan yetiştireceğiz.


SALİH ONUR SAVAŞ


7 Mart 2014 Cuma

HAYALLER SUYA DÜŞECEK DİYE KAYGILANMA, ÇÜNKÜ ONLAR DÜŞE DÜŞE YÜZMEYİ ÖĞRENİR


Her gün peş peşe ortaya saçılan belgeler, toplumu geren, bitmek bilmeyen iç hesaplaşmalar, güzel ülkemizin geleceğini hiçe sayan iğrenç çekişmeler…Acaba tüm bu yaşananlar suni bir mutluluk sağlamak amacıyla birileri tarafından halka yutturulan, yutturulmaya çalışan hapın kaçınılmaz olan acı yan etkisi mi diye düşünüyorum. Bu arada  insanların da yan etkileri var sevgili okur. Bazıları başını döndürürken, bazıları mideni bulandırabiliyor. Hayır, merak etmeyin bu güzel bir yazı. Ben size başınızı döndüren harika insanlardan bahsetmek istiyorum. Çünkü geçen hafta sonu Runtalya Maratonu’nu koşmak için onlarla birlikte Antalya’ daydım. Adım Adım’dan bahsediyorum iyilik peşinde koşan güzel insanlardan. Adım Adım yurt dışında charity run olarak bilinen yardımseverlik koşusunu ülkemizde tanıtmak ve yaygınlaştırmak için faaliyet gösteren bir sivil toplum insiyatifi. 2008 yılından bugüne sadece koşarak 34.000 bağışçıdan 4.700.000 Türk Lirası bağış yapılmasına vesile oldu. www.adimadim.org ( Runtalya 2014 hariç rakamlar)

Coşkumuz, neşemiz, enerjimizle tam 800 Adım Adımcı Antalya’ ya resmen çıkartma yaptık. 4000 kişi yarışa katıldı yani her 5 kişiden 1’i iyilik peşinde koştu! Starttan bir gün önce Adım Adım’ ın yeni yaşını son derece keyifli bir toplantıyla kutladık.  Pasta kestik, mezun olan çaylak koşucularımız sertifikalarını aldılar. Adım Adım’ a yıllardır verdikleri emek ve ayırdıkları zamanlarıyla çok önemli katkıda bulunan sembol arkadaşlarımızı ayakta alkışladık ve STK sorumlularının açıklamalarını dikkatle dinledik. Toplantı öncesi TEMA yararına 7 kıtada 7 ultra maraton koşan Alper Dalkılıç’ ın sunumu ise tek kelimeyle muhteşemdi. Geçen yaz 5.kıta Avusturalya’ da 10 günde tamamladığı 500 kilometrenin hikayesini anlatan belgeseli ve sunumunu muhakkak izlemelisiniz.

Pazar sabahı, bulutlar Torosların beline kadar inmiş. Pek de uslu durmayan Akdeniz’in üzerinde uzayıp giden gri bir gökyüzü…İstiklal Marşımızı hep bir ağızdan okuduktan sonra, start veriliyor. Cam piramit’in önünden binlerce kişi hayallerinin peşinden koşmaya başlıyor. Hayalleri suya düşecek diye kaygılanmayan, çünkü düşse de yüzmeyi öğrenir diyen insanlar. Genci, ihtiyarı, Türkü, yabancısı, koltuk değneği ile yol alanı, gladyatör kostümüyle koşanıyla caddelerde akıp giden bir insan denizi.Dil, din ırk, örf, adet, siyasi görüş olarak birbirinden farklı olan insanlar koşmanın sağladığı mucizeyle bir arada aynı güzel duyguları yaşayarak Antalya’ da koşuyorduk. Antalya müzesinin önünden Konyaaltı caddesinden temkinli adımlarla başladım. Buradan Kale içine girerken koltuk değneği ile azimli bir şekilde ilerleyen sporcuya herkes gibi alkış tuttum. Aslında koşarken ayaklarımı çalıştırdığım kadar ellerimi ve çenemi çalıştırdım desem yalan olmaz. Çünkü Runtalya’ da alkışlanıp, bravo denecek o kadar insan vardı ki…Bebek pusetlerini iterek koşan çiftler, +60,+70, + 80 yaşlarında olan ama gençlere taş çıkartan gençler! Yani koşmak için asla geç değil ve koşmanın yaşı yok sevgili okur.7 den 77 ye herkes koşuyordu baharın ilk Pazar gününde. Lara caddesinden geçtiğimde dönüş yapan arkadaşlarla rastlaşmaya başladık. Birbirimize tezahuratlar yaparak, motive ettik. 21 km noktasından dönüş yapmış finişe doğru giderken solumda Akdeniz tam karşımda ise toroslar yükseliyordu. Bu esnada karşımdan bir başka Deniz geliyordu. Bana göre Runtalya 2014’ ün olayı olan Deniz. 14 yaşındaki Serablal palsili Deniz TEGV için koşuyordu.Tekerlekli sandalyesini iten annesi Nilay, Yonca, Beril, Emin ve Hülya’ ya Adım Adım diğer dostlar da katılmıştı.Onlarla da coşkuyla selamlaştıktan sonra yoluma devam ettim.Şimdiye kadar pek çok yarışa katıldım ama hiç  Deniz ve ekibininki gibi müthiş bir hikayeye şahit olmamıştım. En iyisi Yonca’ nın yazısını okuyun ve bu kahramanları yakından tanıyın.


Her iki yanımdaki kalabalığın tezahuratları eşliğinde yine bir başka finişe giriyorum.
Maraton koşmanın verdiği en büyük haz bitiş çizgisini görüp, madalyayı boynuna geçirmek değil. Evet yapılan aktivite esnasında ve sonrasında salgılanan adrenalin ve endorfin hormonlarının vücudunda verdiği çılgın partide değil asıl neden. Koşmanın, o finiş çizgisini geçmenin uyandırdığı en büyük heyecanlardan biri; kendi potansiyelin hakkında bir öngörüde bulunarak ulaşabileceğine inandığın bir hedef belirlemek. Bunu gerçekleştirmek için antreman programı seçmek ve uygulamak. Kendine verdiğin sözü tutmak. Ama en önemlisi yaptığın yardımseverlik koşusunda bağışçılarının da iyiliklerini peşine katıp koşarken muhtaç olan insanların hayatlarına dokunabilmek. Yani koşmak sadece koşmak değildir sevgili okur.

Bir Runtalya daha geldi geçti. Koşmak işin bahanesi. Kıymetli dostlarla bir arada olmak, farkındalık yaratmak, az-çok iyi şeylere vesile olmak asıl harika olan. Nasıl desem uykunun en tatlı yeri sabahın körü gibi bir şey Runtalya. Yemin ediyorum hiç uyanmak istemiyorum sevgili okur…


Runtalya’ da Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği (TOFD) için koştum. Amacım yürüyemeyen, koşamayan ve maddi imkanı kısıtlı olan arkadaşlarımıza tanesi 2,400 TL olan birer akülü tekerlekli sandalye alarak onlarında harekete geçebilmesine yardımcı olmak.6 yılda Adım Adım olarak yardımseverlik koşularıyla 1000 arkadaşımıza tekerlekli sandalye aldık. Ama daha sırada bekleyen çok ama çok kişi daha var. Yani daha önümüzde yapacak çok işimiz var…Sizde destek olmak isterseniz aşağıdaki hesap numaralarına gönlünüzden geçen miktarda bağışta bulunabilirsiniz.

AÇIKLAMA” AA OSAVAS”

Akülü Tekerlekli Sandalye Kampanyası Hesap Numaraları
T.C.ZİRAAT BANKASI - Atrium Şubesi
Şube Kodu: 1672
TL Hesap No: 11366055-5006    IBAN: TR75 0001 0016 7211 3660 5550 06

GARANTİ BANKASI - Üst Bostancı Şubesi
Şube Kodu: 356
TL Hesap No: 6297744    IBAN: TR91 0006 2000 3560 0006 2977 44

YAPI KREDİ BANKASI - Atrium Şubesi
Şube Kodu: 990
TL Hesap No: 84824212     IBAN: TR14 0006 7010 0000 0084 8242 12
TÜRKİYE İŞ BANKASI - Atrium Şubesi

Şube Kodu: 1137
TL Hesap No: 329175         İBAN: TR28 0006 4000 0011 1370 3291 75