Yıllar evvel. Madrid' de maraton seyahatlerimden birindeyim. Madrid en
sevdiğim şehirlerden biridir. Birbirleriyle uyumlu mimariye sahip binaların
sıralandığı alabildiğine geniş caddeler sizi muhakkak bir meydana ya da geçide çıkartır.
Her bir meydan da ayrı bir tarih, ayrı bir hikaye… Oldukça güzel planlanmış bu
ferah şehirde keyifle saatlerce sıkılmadan yürüyebilirsiniz. Orada yüzyıl, iki
yüz yıl önceki binalar halen muhafaza edilmiştir ve ikamet edilmektedir. Bu
oldukça hoşuma gitti. Başka bir hoşuma giden konu İspanyolların tarihlerinde
yer etmiş asker, bilim adamı vs. isimlerinin caddelere verilmiş olması ve
ülkenin değişen siyasi ikliminden etkilenmeksizin bu isimlerin her daim
muhafaza ediliyor oluşu. Bir akşamüzeri yürümekten bitap düştüğüm ve karnımın
zil çalmaya başladığı dakikalarda gözüme bir bakkal çarptı. Hemen içeri daldım
tabi. Bildiğiniz bizdeki ufak bakkallardan. Sahibi altmışlı yaşların sonunda
ihtiyar bir Çinli… Hani bu,” Bir gün bir Türk ve bir Çinli Madrid’ de
karşılaşmış… ” diye başlayan fıkra gibi bir şey. Amcam kasanın ardında, beni
görünce gözlüklerinin ardında ki çizgimsi gözleri daha da bir ufaldı, ön iki
dişi dudağının altına sarktı ve zayıf çenesiyle yeri göstererek vücut diliyle
kibarca “ hoş geldin” dedi. E, bende kör topal İspanyolca var “ hola” dedim
seyrelmiş gri saçlarını geriye doğru taramış ihtiyara. Cevap aynen şu: Yaşları
ne olursa olsun bünyelerinden hiç kaybetmedikleri Uzakdoğululara has
çevikliğiyle oturduğu sandalyeden ayağa fırladı ve yüzündeki o kendine has
dostane, ifadenin derecesi biraz daha arttı, sevimli yüzü buruşarak mahcup bir
hal aldı. Kendi kendime “Hah Onur, ya bu amcayla anlaşacaksın ya da aç
kalacaksın! “ dedim. Yahu zaten memleketin Adana kebabına, İskenderine, İnegöl
köftesine daha iki günde hasret kalmışım. E, buralarda her yer jamon, her yer
de jamon! Neyse ben basit bir iki cümleyle isteklerimi sıralıyorum. İhtiyar
dan, “ que? “ (ne?) şeklinde cevap
alıyorum. Olsun bu da önemli bir gelişme. Azmedip, sonunda derdimi anlatıyorum
ve aç kalmaktan kurtuluyorum. İhtiyarla vedalaşıp mütevazi dükkanından
ayrılıyorum. Gün batımında kaldırımlarda belli aralıklarla bulunan ağaçların
üzerindeki kuşlar cıvıldarken, banka çökmüş turuncuya boyanmış binaları,
sokağı, evlerine giden insanları seyrediyorum. Bir yandan bacaklarımı kaldırıma
doğru uzatmış ayaklarımdaki karasuları defederken, bir yandan karnımı
doyuruyorum. Huzurlu bir an… Aklıma geliyor, “ Yahu adamcağızın lisana hakim
olmadığını anladığın halde (e sende sular seller gibi konuşmuyorsun) niye bu
kadar resmi olması için uğraştın? Hani raflara biraz göz gezdirsem, istediğimi
seçip Çinliye göstersem belki çok daha rahat anlaşabilirdik. Tıpkı onun beni
karşılarken yaptığı vücut diliyle anlaşmak gibi. Ya da başka türlü. Ama
anlaşabileceğimiz, rahat diyalog kurabileceğimiz bir şekilde… Hani bazen bir
bakış bile çok şey anlatır. Bu olaydan yıllar sonra hayatımda dönüm noktası
olan, hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim bir büyüğümle karşılaştım. İlk kez...
Benimle tokalaşması ve gözlerimin içine bakması iki bilemedim üç saniye sürdü.
Ama inanın orada onunla iki ay konuşmuş gibi oldum. Anlatabilmek. Bazen bir bakışla, bazen birkaç kelimeyle… Anlayabilmek. Bazen karşındakinin
duruşundan, bazense bakışından…
Gezi desem? Şimdi ne alaka demeyin. Anılar bizde duyguları
açığa çıkartır. Duygular; tıpkı bir flütten etrafa yayılan neşeli ya da hüzünlü
notalar gibi. O sedayı ortaya çıkartan nefes gibidir anılar. Anı olmadan duygu
da olmaz. Kentlerin de anıları vardır. Kentlerin anıları; orada yaşanmış, yaşamakta
olduğumuz her birimizin anılarının sinip bir birine karıştığı, simge haline
gelmiş olan tarihi binalar, mahalleler, parklar. Evet artan nüfusla birlikte
son teknoloji ürünü yüksek binalardan oluşan yapılaşmalar kaçınılmaz oluyor. Bu
bir gerçek, bunu bir tarafta tutmamız gerekiyor. Değişen çağ ve giderek kalabalıklaşmamız
nedeniyle kentlerin çehresi değişiyor. Ama her ne olursa olsun sözünü ettiğim
bu simge mekanlar ve yapılarla kentler özlerini korur. Bunlar kentlerin adeta
DNA sıdır.
Gezide ilk başta biraz yukarıdaki paragraftaki duygulara
sahip insanlar, birazda anlaşılamadıklarını düşünen insanlar parka gittiler. (Masumane
başlamış tepkide, olaylar çığrından çıktıktan sonra ortalığı yakıp, yıkanları
ya da işi siyasi ranta çevirmek isteyenleri bunun dışında tutuyorum.) Maalesef
sabaha karşı çadırlara yapılan müdahale ve sonraki saatlerde uygulanan
orantısız güç sonucu olaylar kontrolden çıktı ve istenmeyen şeyler oldu. Nasıl
ki iki ay sonra griye boyanmış merdivenleri, tekrardan rengarenk yapmak için
harekete geçen binlerce kişi oraya gelmeden önceki gece yarısı belediye
ekipleri apar topar rengarenk boyayıp eski haline getirdiyse aynı mantaliteye Gezi
de de sahip olunsaydı ben üzücü olayların yaşanmayacağını düşünüyorum.
Karşımıza yine anlatabilmek ve anlayabilmek ikilisi çıktı…
Avrupa’ da yüzlerce sene evvel yapılmış binalar hiçbir şey
olmamış, kale gibi dururken bizde kırk sene önce yapılmış binaların deprem
riski taşıyor oluşu can sıkıcı bir durum. Kentsel dönüşüm furyası yaşıyoruz.
Dönüşüyoruz, değişiyoruz… Ama en azından yenilediğimiz binalar yüzlerce sene
ayakta kalacak nitelikte olmalı. Ve bu dönüşüm olurken kentlerimizin anıları,
anılarımız muhafaza edilmeli. Yani simge mekanlar ve yapılarla oynanmadan,
kentlerin DNA sının değiştirilmeden bu işin yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder