27 Haziran 2014 Cuma

Anlatabilmek, Anlayabilmek


Yıllar evvel. Madrid' de maraton seyahatlerimden birindeyim. Madrid en sevdiğim şehirlerden biridir. Birbirleriyle uyumlu mimariye sahip binaların sıralandığı alabildiğine geniş caddeler sizi muhakkak bir meydana ya da geçide çıkartır. Her bir meydan da ayrı bir tarih, ayrı bir hikaye… Oldukça güzel planlanmış bu ferah şehirde keyifle saatlerce sıkılmadan yürüyebilirsiniz. Orada yüzyıl, iki yüz yıl önceki binalar halen muhafaza edilmiştir ve ikamet edilmektedir. Bu oldukça hoşuma gitti. Başka bir hoşuma giden konu İspanyolların tarihlerinde yer etmiş asker, bilim adamı vs. isimlerinin caddelere verilmiş olması ve ülkenin değişen siyasi ikliminden etkilenmeksizin bu isimlerin her daim muhafaza ediliyor oluşu. Bir akşamüzeri yürümekten bitap düştüğüm ve karnımın zil çalmaya başladığı dakikalarda gözüme bir bakkal çarptı. Hemen içeri daldım tabi. Bildiğiniz bizdeki ufak bakkallardan. Sahibi altmışlı yaşların sonunda ihtiyar bir Çinli… Hani bu,” Bir gün bir Türk ve bir Çinli Madrid’ de karşılaşmış… ” diye başlayan fıkra gibi bir şey. Amcam kasanın ardında, beni görünce gözlüklerinin ardında ki çizgimsi gözleri daha da bir ufaldı, ön iki dişi dudağının altına sarktı ve zayıf çenesiyle yeri göstererek vücut diliyle kibarca “ hoş geldin” dedi. E, bende kör topal İspanyolca var “ hola” dedim seyrelmiş gri saçlarını geriye doğru taramış ihtiyara. Cevap aynen şu: Yaşları ne olursa olsun bünyelerinden hiç kaybetmedikleri Uzakdoğululara has çevikliğiyle oturduğu sandalyeden ayağa fırladı ve yüzündeki o kendine has dostane, ifadenin derecesi biraz daha arttı, sevimli yüzü buruşarak mahcup bir hal aldı. Kendi kendime “Hah Onur, ya bu amcayla anlaşacaksın ya da aç kalacaksın! “ dedim. Yahu zaten memleketin Adana kebabına, İskenderine, İnegöl köftesine daha iki günde hasret kalmışım. E, buralarda her yer jamon, her yer de jamon! Neyse ben basit bir iki cümleyle isteklerimi sıralıyorum. İhtiyar dan, “ que? “  (ne?) şeklinde cevap alıyorum. Olsun bu da önemli bir gelişme. Azmedip, sonunda derdimi anlatıyorum ve aç kalmaktan kurtuluyorum. İhtiyarla vedalaşıp mütevazi dükkanından ayrılıyorum. Gün batımında kaldırımlarda belli aralıklarla bulunan ağaçların üzerindeki kuşlar cıvıldarken, banka çökmüş turuncuya boyanmış binaları, sokağı, evlerine giden insanları seyrediyorum. Bir yandan bacaklarımı kaldırıma doğru uzatmış ayaklarımdaki karasuları defederken, bir yandan karnımı doyuruyorum. Huzurlu bir an… Aklıma geliyor, “ Yahu adamcağızın lisana hakim olmadığını anladığın halde (e sende sular seller gibi konuşmuyorsun) niye bu kadar resmi olması için uğraştın? Hani raflara biraz göz gezdirsem, istediğimi seçip Çinliye göstersem belki çok daha rahat anlaşabilirdik. Tıpkı onun beni karşılarken yaptığı vücut diliyle anlaşmak gibi. Ya da başka türlü. Ama anlaşabileceğimiz, rahat diyalog kurabileceğimiz bir şekilde… Hani bazen bir bakış bile çok şey anlatır. Bu olaydan yıllar sonra hayatımda dönüm noktası olan, hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim bir büyüğümle karşılaştım. İlk kez... Benimle tokalaşması ve gözlerimin içine bakması iki bilemedim üç saniye sürdü. Ama inanın orada onunla iki ay konuşmuş gibi oldum. Anlatabilmek. Bazen bir bakışla, bazen birkaç kelimeyle… Anlayabilmek. Bazen karşındakinin duruşundan, bazense bakışından…

Gezi desem? Şimdi ne alaka demeyin. Anılar bizde duyguları açığa çıkartır. Duygular; tıpkı bir flütten etrafa yayılan neşeli ya da hüzünlü notalar gibi. O sedayı ortaya çıkartan nefes gibidir anılar. Anı olmadan duygu da olmaz. Kentlerin de anıları vardır. Kentlerin anıları; orada yaşanmış, yaşamakta olduğumuz her birimizin anılarının sinip bir birine karıştığı, simge haline gelmiş olan tarihi binalar, mahalleler, parklar. Evet artan nüfusla birlikte son teknoloji ürünü yüksek binalardan oluşan yapılaşmalar kaçınılmaz oluyor. Bu bir gerçek, bunu bir tarafta tutmamız gerekiyor.  Değişen çağ ve giderek kalabalıklaşmamız nedeniyle kentlerin çehresi değişiyor. Ama her ne olursa olsun sözünü ettiğim bu simge mekanlar ve yapılarla kentler özlerini korur. Bunlar kentlerin adeta DNA sıdır.

Gezide ilk başta biraz yukarıdaki paragraftaki duygulara sahip insanlar, birazda anlaşılamadıklarını düşünen insanlar parka gittiler. (Masumane başlamış tepkide, olaylar çığrından çıktıktan sonra ortalığı yakıp, yıkanları ya da işi siyasi ranta çevirmek isteyenleri bunun dışında tutuyorum.) Maalesef sabaha karşı çadırlara yapılan müdahale ve sonraki saatlerde uygulanan orantısız güç sonucu olaylar kontrolden çıktı ve istenmeyen şeyler oldu. Nasıl ki iki ay sonra griye boyanmış merdivenleri, tekrardan rengarenk yapmak için harekete geçen binlerce kişi oraya gelmeden önceki gece yarısı belediye ekipleri apar topar rengarenk boyayıp eski haline getirdiyse aynı mantaliteye Gezi de de sahip olunsaydı ben üzücü olayların yaşanmayacağını düşünüyorum. Karşımıza yine anlatabilmek ve anlayabilmek ikilisi çıktı…

Avrupa’ da yüzlerce sene evvel yapılmış binalar hiçbir şey olmamış, kale gibi dururken bizde kırk sene önce yapılmış binaların deprem riski taşıyor oluşu can sıkıcı bir durum. Kentsel dönüşüm furyası yaşıyoruz. Dönüşüyoruz, değişiyoruz… Ama en azından yenilediğimiz binalar yüzlerce sene ayakta kalacak nitelikte olmalı. Ve bu dönüşüm olurken kentlerimizin anıları, anılarımız muhafaza edilmeli. Yani simge mekanlar ve yapılarla oynanmadan, kentlerin DNA sının değiştirilmeden bu işin yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder