24 Ekim 2014 Cuma

ADAMIN DİBİSİN!


Giriş kattaki dairenin ahşap kapısı aralanıyor. Koridorda altı yedi yaşlarında bir ufaklık beliriyor. Ufaklık içerden kapının eşiğine doğru seğirtiyor. Kumral saçlı başını kaldırmış kapının oradan ışıldayan gözlerle bana bakıyor, gülümsüyor. Bende ona gülümsüyorum. Loş merdiven sahanlığı otomatiğe basmamla aydınlanıyor. Ufaklığın yüzüne bir kez daha bakınca gülümsememin içine hafiften sessiz bir kahkaha karışıyor. Çünkü Afacanın ağzından kocaman bir emzik… Birkaç saniyelik sessizliğe “ Aa halen emzik mi emiyorsun? “ diye son veriyorum. Afacan ağzındaki mavi emziği aniden çıkartıyor ve daha sorumun yol açtığı ses dalgaları sahanlığa yayılmadan “ Biberonum da var! “ diye cevabı zınk diye yapıştırıyor. Hemen akabinde emziğin boşalttığı ön iki dişinin noksan olduğu ağzına kocaman bir gülümseme yayılıyor. Sonra da tüm yüzüne. Hemen tanışıp tokalaşıyoruz Eren ile. Artık abi olmuşsun onları bırakmalısın muhabbetini yapmak yerine “ Ne içiyorsun biberonla? “Süüüt…” “Niye?” “ Çünkü bardaktan daha büyük, daha çok içebiliyorum”  “ Ya baksana, Çarşamba günleri şu aşağıda kurulan pazarda kocaman bardaklar satılıyor. Çok da güzeller. Hatta ben kendime aldım. Sen de onlardan alabilirsin” diyaloğu geçiyor aramızda. Sonra birkaç saniye gözden kayboluyor. Bende doğalgaz tesisatının sızdırmazlık testine bakıyorum. Birazdan yine kapının dibinde bitiveriyor bu sefer elinde minnacık bir kramponla. O çocuk o an elinde bir kramponu değil onun için belki de dünyanın en kıymetli hazinesini taşıyor. Futbol oynadığını, akşama abisiyle beraber sahaya gidip takımla beraber antreman yapacaklarını anlatırken inanılmaz mutlu. Anlatamam… Sonra kramponunu bana doğru uzatıp üzerindeki Cristiano Ronaldo yazısını gösterip “ Bak, Cristiano Ronaldo’ nun kramponu, o en sevdiğim futbolcu. ADAMIN DİBİ! “ demesin mi, ben iptal oluyorum… Derken babaannesi geliyor. Ben testi beklerken Eren bize maçtan önce ısınırken sahanın etrafında nasıl koştuklarını, nasıl esneme hareketlerini yaptıklarını oracıkta gösteriveriyor. Sonra yine bi gözden kayboluyor. Babaannesi bana usulca “ Anne, babası yok ben bakıyorum” diyor. Eren biraz sonra elinde bir fotoğrafla yanıma geliyor. Yeşil çimde üzerlerinde formaları, ayaklarında gıcır gıcır kramponlarıyla iki çocuk. Eren ve Abisi… Orada ne kadar gururlu ve mutlu oldukları her hallerinden belli oluyor. Abisi de Messi’ yi çok seviyormuş. “ Süt içmene 10 puan veriyorum” Eren gülümsüyor. “ Sonra futbolda oynuyorsun, spor yapıyorsun. Buna da 10 puan” “ Şu emzik, biberon olayına… Bilmem ki bak ona 5-6 falan veriyorum” diyorum. Yok, yok ufaklık bozulmuyor hatta “ Benimde  büyük bardağım var bundan sonra oradan içerim” diye cevaplıyor. Artık oradan ayrılma vakti geliyor. Eren “akşama babaannesinin onu antremana götüreceğini” heyecanla anlatıyor. Sonra yine “ Cristiano Ronaldo, acayip şut çekiyor, adamın dibi!” diyor. Bende ona “ Eren sende ADAMIN DİBİSİN! Aferin sana devam et” diyorum ve onlarla vedalaşıyorum.
Evet. Babaannesi Ereni elinden tutup akşama antremana götürecek. Götürmelide. Gençleri tehlikelerden uzak tutacak, enerjilerini yeteneklerini doğru bir şekilde yönlendirmelerini sağlayacak ve toplum olarak bizi bir araya getirecek en önemli unsurların başında her şeye rağmen spor geliyor. Gönül ister ki bazen vuku bulan şu “ her şeye rağmen” leri dedirten hadiseler olmasın. Ama nasıl ki güneş balçıkla sıvanmıyorsa, çıkış noktasında; eğlence, centilmenlik, dostluk yatan sportif ruhun gençlerin ve ülkemizin yolunu aydınlatacağına olan inancım tam. Ben o ışığı, ışıltıyı Eren’ in gözlerinde gördüğüm için bu yazıyı kaleme aldım. Çünkü ben sporun toplumları birleştirici gücüne ve gençler üzerindeki olumlu etkisine çok inanıyorum.

NBA GLOBE İSTANBUL
11 Ekim Cumartesi günü, Yer Fenerbahçe Ülker Sports Arena. Otoparkı, kafeleri, restoranları, locaları, koltuklarıyla muhteşem bir mimariye sahip ultra lüks bir salondayım. Pardon salon değil basketbol mabedi. Tam NBA işi. Ve burayı 7 den 70 e tıka basa dolduran 15.000 kişi. Genci, yaşlısı, çoluğu çocuğu ailecek gelenler. Ankara’ dan, Antalya’ dan Türkiye’ nin dört bir tarafından basketbol severler. İçeride muhteşem bir heyecan ve olağanüstü bir keyif…  Çünkü parkenin üzerinde Tim Duncan, Tony Parker , Ginobili ve arkadaşları var. Yani son NBA şampiyonu San Antonio Spurs var! Maçı genelde Spurs önde götürüyor. Ama 3.çeyrekte bu sene Obradovic koçluğunda Eurolegue Şampiyonluğuna oynayabilecek bir kadro kuran Fenerbahçe Ülker, Spurs’ ü yakalıyor. NBA şampiyonu İstanbul’ dan zaferle ayrılarak Çin’in yolunu tuttu. Burada kimin kazandığının bir önemi yok. Çünkü bu güzel organizasyon tüm seyircilere inanılmaz keyifli anlar ve unutulmaz hatıralar yaşattı. Efsane oyuncuları kanlı, canlı görmek, oyunlarını izlemek müthiş bir deneyimdi. Ama molalarda, periyot aralarında yapılan şovlar da en az sahadaki mücadele kadar keyif verdi. Spürs’ ün maskotu Coyote’ nin yaptığı çılgınlıklar, Amerikalı dansçı kızlar, smaç şovlar ve sürpriz oyunlar olağan üstü ışık ve ses düzeniyle birleşince aslında ortaya maçtan öte bir şey çıktı… NBA olayın entertainment ve marketting kısmını çok iyi yapıyor. Bununla birlikte Gregg Popovich ' in 1996 yılından beri takıma koçluk yaptığını ve takıma 5 NBA şampiyonluğu kazandırması konusunun sporun marka değeri ve kurumsallık kavramları açısından çok iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bence olayın özü seyirciye maç değil, maçtan öte bir şey sunabilmekte. Sadece galibiyet, başarıya endeksli planlamalardan ziyade takımların ve ligin, seyirciye eğlence ve aidiyet duygularını da vereceği bir yapıya kavuşturulmasında.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder