Yaş almak her yıl üzerine başka bir elbise giymek gibi. Küçükken o elbiseleri giymeye başlıyoruz. Üzerimize bol gelen elbiseleri. Hayatın bize dayattığı adına büyümek denilen olgu karşısında o x-large kıyafetlerin kalıbına uyabilmek için bedenimizi, ruhumuzu orasından burasından çekiştirerek uzatmaya ve büyüklük kalıbını doldurmaya çalışıyoruz. Bu çekiştirme sırasında gerilimden ötürü ruhumuz çatlıyor ve o çatlaklardan dışarı çocukluğumuz sızıyor. Kaybediyoruz her doğum günümüzde bir beden daha bir katman daha giydiğimiz o büyüklük kıyafetinin içine sığmaya çalışırken. Kaybediyoruz neşemizi, saflığımızı, merakımızı ve bir çocuğun hiç kimseye hesap vermeyi düşünmediği medeni cesaretini... O çocuksu cesaret ne mühim bir şeydir. Bi çocuğun her soruyu özgürce sorması, özgüvenli olması. Büyürken üzerimize giyindiğimiz o katmanlarla belki boyumuz uzuyor daha heybetli oluyoruz yıllar geçtikçe. Lakin o büyüklük denen kalıba sığmak için çekiştirdiğimiz uzatmaya çalışırken yaraladığımız ruhumuzdan dışarı sızan çocukluğumuzu kaybederek belkide aynı anda manevi olarak küçülüyoruz. Çocukluk sadece yaşla ilgili bir durum değildir. Bir insan her yaşta çocuk olabilmeli. Neşesini, saflığını, özgüvenini, merakını muhafaza edebilmeli. Peki büyürken kırıp döktüğümüz ruhumuzu yada kalbimizi nasıl onarıp da çocukluğumuzu tekrardan yakalayabiliriz? İşe yıllardan beri katman katman üstüste giydiğimiz o büyüklük abasından soyunarak başlamalıyız. O kıyafetleri tekrar tekrar çıkartıp içimizde yıllardır gün ışığı görmeyen ruhumuza yani çocukluğumuza ulaşmalıyız.
28 Kasım 2023 Salı
İstanbul İçin Son Çağrı
Ediz Hun-Fatma Girik, Ayhan Işık-Belgin Doruk, Cüneyt Arkın-Filiz Akın yada Kadir İnanır-Türkan Şoray... Bu isimler Yeşilçam'ın unutulmaz aşk filmlerinin efsane ikilileridir. Hepsi geçen yüzyılda kaldı ama kalbimizde yer etti. Ben bu ikililerin yanına Kıvanç Tatlıtuğ-Beren Saat ikilisini de koyuyorum. Onlar modern çağın starları. Bu muhteşem ikili İstanbul İçin Son Çağrı filminde bir araya geldi. Aşk-ı Memnu'dan sonra Kıvanç'ı ve Beren'i tekrar bir arada görmenin hayalini Netflix'de geçen cuma gösterime giren bu film gerçekleştiriyor. Film birbirini tanımayan Kıvanç( Mehmet )ve Beren'in ( Serin ) hava alanında tanışması ve New York şehrinde geçirdikleri yirmi dört saati anlatıyor. Bir aşk filmi. Aşık olmayı, evlilikte sadakati, rutine binmiş ve monotonlaşmış evlilik müessesinin sorunlarını ve evlilikleri kurtarma konularını ele alıyor. Senaryosu çok zekice yazılmış ve izleyeni ters köşe yapıyor. Bence filmin ana fikri şu: Sevmek için yürek, sürdürmek için emek gerek. Filmi izleyince anlayacaksınız. Kıvanç ve Beren'i tekrar bir araya getiren bu film izlemeye değer.
26 Kasım 2023 Pazar
Maraton ve Edebiyat
Şık, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın ilk eseri. Çok genç bir yaşta yazmış. Bu kitabı Ahmet Mithat Efendi okuyor ve karşısındaki Gürpınar'a " Bunu sen yazmış olamazsın söyle kimden yardım aldın çocuk? " diyor. Gürpınar o zaman genç, toy... Gözünden yaşlar süzülüyor. Göz yaşlarını gören Ahmet Mithat Efendi " Tamam çocuk sana inandım " diyor ve o tarihten sonra bu genç yazara hamilik ediyor. Gürpınar'ın kendine has bir mizah anlayışı var. Okura kahkahalar attırmayı başarıyor. Bu kitapta Şık adında 1800 ler İstanbul'unda yaşayan batı özentisi kıyafetler giyen ve entellektüel pozlarına bürünmeye çalışan ama cahilliğiyle ve rüküşlüğüyle komik duruma düşen, aşkı para yedirdiği metresiyle münasebette arayan ve gerekli parayı temin etmek için her türlü ahlaksızlığı yapan, saf karaktersiz bir gencin ibret verici hikayesine tanık oluyoruz. Gürpınar'ın ona hamilik eden bir Ahmet Mithat Efendisi olmuş. Acaba elinde yazılmış ama 2017 den beri yayınevleri tarafından defalarca reddedilmiş 4 roman ve bir şiir kitabı bulunan şuan beşincisini yazan bendeniz Onur Savaş'a el verecek ve Hamim olacak bir Ahmet Mithat Efendi çıkacak mı? Ben yaptığım işi iyi yapmaya çalışıyorum, 2013 den beri her gün yazıyorum ilham almak için her gün okuyorum. Eski bir atlet olmamın ve 42 km maratonlar koşmamında yazarlık serüvenime katkısı oldu. Yazmak da uzun bir koşu yarışına hazırlanmaya benziyor. Uc uca eklenmiş antrenmanla geçen günlerin oluşturduğu aylar boyunca nasıl koşuyorsanız yazarkende hergün ufak adımlar atıyorsunuz ve bu küçük yazılar birbirlerine eklemlenip romanları oluşturuyor. Koşunun ve yazmanın, her ikisininde bir matematiği var. Koşarken doğru stille koşmalı yazarken doğru teknikle yazmalısınız...Bir gün talihimin döneceğine inanıyorum. Çalışmaya devam! Taşı delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir.
Yeni Yıl Hediyesi
Yeni yıl geliyordu. Fakir ama birbirinine duydukları sevgiyle hayatın zorluklarına göğüs geren bir çift vardı. Kadının upuzun çok güzel saçları vardı. Kocası karısının o güzel saçlarını okşamayı çok severdi. Fakir oldukları için belki kadın güzel kıyafetler giyinemezdi ama sokağa çıktımı herkes kadının güzelliğine ve özellikle kimsede bulunmayan uzun ipek gibi saçlarına hayran olurdu. Kocası karısının saçlarına değer verdiğini bilirdi. Adamın ise babadan kalma köstekli bir cep saati vardı. Hep yanında taşır gururla cebinden çıkarıp zamana bakardı. Adamın da tek kıymetli varlığı o babadan kalma saatti. Tarih 31 Aralığı gösteriyordu. Karı koca birbirlerine hediye almayı düşündüler. Ama hiç paraları yoktu. Kocası işe gidince kadın dışarı çıktı ve bir peruk dükkanına gidip saçlarını kısacık kestirip saçlarını satıp karşılığında para aldı. Artık o gurur duyduğu saçları yoktu ama kocasına bir hediye alabilecekti. Saçlarından kazandığı parayla kocasının cep saati için altın bir zincir aldı. Aynı esnada kocası babadan kalma cep saatini sattı ve kazandığı parayla karısının güzel saçları için kıymetli bir tarak aldı. Akşam oldu adam işten eve döndü. Karısının saçlarının gittiğini gördü ve " Hayatım saçlarına ne oldu? " dedi. Kadın " Onları sattım ve saatin için bu altın zinciri aldım. Yeni yılın kutlu olsun hayatım " Adam cebinden karısı için aldığı tarağı çıkardı ve " Ben senin güzel saçlarını taraman için saatimi sattım ve sana bu tarağı aldım. Yeni yılın kutlu olsun hayatım " dedi. Karı koca birbirlerine hediyelerini verdiler ve şaşkın bir şekilde birbirlerine baktılar. Sizlere O.Henry'nin Noel öyküsünü aktardım sevgili okurlar. Yeni yıla giriyoruz. Bu yazıyı benden size yeni yıl hediyesi olarak kabul edin lütfen. Eğer etrafınızda sizin için en kıymetli olan şeyi feda edebileceğiniz yakınlarınız varsa siz dünyanın en zengin insanısınızdır. İyi pazarlar.
25 Kasım 2023 Cumartesi
Kadına Şiddet
Bugün 25 kasım kadına şiddetle mücadele günü. Günün adına bakın. İçinde " Mücadele " ifadesi geçiyor. Terörle mücadele edilir, kanserle mücadele edilir, ülkeni işgal eden düşmanla mücadele edilir... Kadına şiddet maalesef durmuyor. Kendine erkek diyen bi takım zirzoplar eşlerine, eski eşlerine, sevgililerine şiddet uyguluyor. Bunun psikolojisinin altında " Erkek reistir, kadın sessiz kalmalı ve erkeğin uydusu olmalı " durumu yatıyor. Bu zirzoplar partnerinin giyimi, çalışması gibi kadının özgür olması gereken durumlar üzerinde tahakküm kurmaya çalışıyor. İstediği olmazsa şiddete başvuruyor. Şiddetin tohumu öfkedir. Öfke ise kendini aşağılanmış hissetme durumunda açığa çıkar.Şiddet uygulayan erkekleri ruhi olgunluğa ulaşmamış, kompleksli zavallı mahlukatlar olarak görüyorum. Ve bu tipler tahsillisinden, cahiline aramızda dolaşıyor. Duruşmalarda kravat taktı diye iyi hal indirimi alıp bi kaç yıl yatıp çıkıyoflar ve sonra başka bir kadının hayatını karartıyorlar. Cezalarımız yeterli değil maalesef.Şiddet uygulayan pek çok erkek partnerini kölesi gibi görüyor. Birine köle muamelesi yapmak ne kadar adaletsiz ve merhametsiz bir duygudur. Bizim toplumda İslamiyetin kadın hakkında yozlaşmış bir yorumunun toplumsal bilince nüfuz etmesinin bir sonucudur aslında. Muhafazakar kesimde " Kadın dediğin çalışmaz, çocuk doğurur, çocuğa bakar " gibi hastalıklı bir anlayış hakim. Kadına şiddet yalnızca fiziksel bir olay değildir. Bir erkeğin metresinin olup eşini aldatması da karısına karşı manevi bir şiddettir. Ki bu durum toplumumuzda yaygın bir durum. Bende bir erkeğim ama maalesef şunu söyleyebilirim ki; erkekleri çoğu zaman beyinleri değil penisleri yönetiyor. Kadın erkekten üstündür. Bunu tartışmam bile. Kadına annelik, doğurma yeteneği bahşedilmiştir. Kadında şevkat vardır, zarafet vardır, sevgi vardır. Bunlar tabiatta olan özelliklerdir. Biz canlılar güneşin şevkatiyle ısınırız, gecenin şevkatiyle uyur dinleniriz, yağmurun rahmetiyle toprak anadan rızıklanırız... Tanrı ömrümüzü sürdüğümüz tabiata bile dişil özellikler var etmiştir. O yüzden kadınların önünde saygı ile eğiliyorum. Ülkemizi yirmi yıldan fazladır kadınına " Sürtük " demiş bir adamın siyasal islamcı hareketi yönetiyor. Ülkemize doldurdukları mültecilerle, çaktırmadan uygulamaya koydukları gerici anlayışlarla laikliğimizi ve cumhuriyetimizi aşındırmaya ve hayalini kurdukları şeriatı getirmeye çalışıyorlar. Oysa biz " Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil omuzlar üstünde yükselmeye layıksın " diyen büyük Atatürk'ün izinden gitmeliyiz.
22 Kasım 2023 Çarşamba
515 Haşimi
Sokaklarda vatandaşlarımızı taciz eden, 600 liraya Şam Üniversitesi mühürlü çakma diploma alıp ülkemizde sahte doktorluk yapan, çakal patronların Türke asgari ücret vermemek için yarı fiyatına çalıştırdığı ve öz evladımızı rızkından eden, Suriyeli eczacıların yine mültecilere küçük bir komisyon verip en pahalı ilaçları yazdırıp bu ilaçların parasını SGK'dan alıp ilaçları da Suriyeye kaçak olarak gönderip bi de orada satıp voleyi iki sefer vururken SGK'yı yani devleti dolandıran, sokak kedisi gibi üçer beşer üreyen şimdilik 13 milyon, yirmi yıl içinde 25 milyon olacak Suriyeli ( Afganı da unutmamak lazım ) mültecilerimiz varken bir de ülkemizin 515 adında nur topu gibi Suriyeli bir çetesi oldu. Fatih Ergin görselini paylaştığım 515 Haşimi adlı kitabında 515 çıkartması yapıştırdıkları arabalarla gezen, 515 logolu şapka, tişört giyen muktedirlerimiz uyurken yada görmezden gelirken güzel ülkemizin huzuruna ve barışına çok yakın gelecekte tehdit olacak silahlı Suriyelilerden oluşan 515 adlı çeteyi anlatıyor. Geçen yaz yakın gelecekte ülkemize doldurulan ne idüğü belirsiz arapların ayaklanabileceğini ve Türkiye'de iç savaş çıkıp, dünyada Türkler araplara soykırım yapıyor algısıyla ABD nin Türkiyeye askeri müdahalede bulunabileceğini eş zamanlı olarak güneydoğudan devlet oluşumunu tamamlamış pkk miliskerininde saldırısına maruz kalıp arap isyanı, ABD ve PKK üçlü kıskacında kalıp toprak bütünlüğümüzü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu yazmıştım. Bu yazı bayağı bi beğenilmişti. Ama sesimin karar mercilerine ulaşıp ulaşmadığını bilmiyorum. Nede olsa kendi çapında sınırlı takipçisi olan bir yazarım. Lakin Fatih Ergin bu kitabında ülkemize olan mülteci akınının ileride yabancı istihbaratlar tarafından fitili ateşlenecek Türkiye topraklarındaki bir arap iç isyanı çıkartılmak için planlandığını yazmış. Benimde analizine vardığım bu konunun ülke çapında okuru olan bir yazar tarafından ele alınması bana biraz teselli oldu. Umarım yol geçen hanı gibi olmuş sınırlarımızdan vatanımıza doldurulan bu ne idüğü belirsiz güruha " Ensar, muhacir " edebiyatı yapan muktedirler gereken tedbiri alır ve FETÖ'de olduğu gibi " Kandırıldık, milletimiz affetsin " demezler. Ama pek umudum yok. Çünkü muktedir anadoluyu araplaştırarak kültürel ve sosyal anlamda laikliği zayıflatmaya ve kendi iktidarını vatandaşlık verdiği araplarla sağlama almak istiyor. Ama yabancı istihbaratlarda ülkemizdeki mültecileri boş bırakmıyir ve yakın gelecekte vuku bulacak bir arap isyanını perde arkasından organize ediyorlar. Demedi demeyin...
Dervişlerin Mertebeleri
“şeriat, tarikat, hakikat, marifet” mertebelerini anlamaya çalışan talebenin bir mürşidi kamile konuyu sormasıyla başlar. “Bunu en kısa yoldan anlayabilmen için evladım var git, şu karşı caminin avlusunda abdest alan dört kişi vardır, enselerine birer tokat at, sonra gel sana izah edeyim” der usta. Talebe söyleneni yapar, saha araştırması başlar. Tokadı yiyen deneklerin ilki arkasını döner ve aynen tokadı bizimkine iade eder. İkincisi ise arkasını döner lakin nefsine hakim olup karşılık vermez, ‘uğraşma benle, var git işine” diye bizimkini başından savar. Üçüncüsü ise tokadı yer ama karşılık vermek bir yana dönüp arkasına bile bakmaz. Tokadı yiyen dördüncü ise döner, bizim araştırmacı talebenin elini öper ve “şükür Ya Rabbi” der. Ustanın yanına dönen talebemiz bu farklı tepkilerin hikmetini sorar; “Birinci kişi şeriat mertebesinde idi, onun için sana hakkı olan kısas ile muamele etti. İkincisi tarikat kapısında idi ve nefs mücadelesini hatırlayıp, işin içine nefsi karıştığından sana karşılık vermedi. Üçüncüsü hakikat bilgisini içselleştirme yolunda, herşeyin Hakk’tan geldiği zikriyle, kendisine vuranın kim olduğunu dahi merak etmedi, tevekkül etti. Dördüncüsü marifet sahibi imiş ki herşeyin Hakk’tan geldiğini bilmekle birlikte şükrünü göstermeyi de ihmal etmedi. Zaten sende Hakk’tan gayrısı varsa, vicdanın gereği karşısında utanıp pişman gelmen kısasın en latifi olup, bu dahi irşad ediciydi. Velhasıl hepsi de senin yanlışından dönüp doğruya yönelmen için Hakk tealanın kişilerin manevi derecelerine göre, yerli yerince müsade verdiği tutum ve davranışlardır… Kişi kendini bilmek gerekir!” Sevgili okur siz hangi mertebedesiniz? On yıl önce ben tokat atanı merak eder ama karşılık vermezdim. Şimdi kırklarımdayım ve tokat yedim mi arkamı bile dönmüyorum. Hakikat mertebesinde olduğumu söyleyebilirim. Ancak marifet mertebesinde olduğu gibi tokatı atanın elini öpmek bana zor geliyor.
21 Kasım 2023 Salı
Napolyon
Bu cuma Napolyon filmi vizyona giriyor. Joaquin Phoenix'i Napolyon rolünde izleyeceğiz. Phoenix DC kahramanı Joker'i canlandırdığı rolüyle oscar almıştı. Böyle büyük bir oyuncunun Napolyon'a nasıl hayat verdiğini gerçekten merak ediyorum. Filmin yönetmeni Ridley Scott. Ridley Scott; Gladyatör, Cennetin Krallığı, Robin Hood gibi tarihi savaş filmlerinde çok başarılı bir yönetmen. Napolyon filminde de ortaya harika bir iş koyduğundan şüphem yok. Bu cuma film vizyona girince hemen sinemaya koşacağım. Ben bugün biraz Napolyon'dan bahsetmek istiyorum. Napolyon Bonapart 1769-1821 tarihlerinde yaşamış Fransız asker ve politikacıdır. Kendisi tamda Fransız ihtilali döneminde yaşamıştır. Büyük savaşlar kazanmış ve tüm Avrupayı etkilemiş bir komutandır.Napolyon'un savaşları dünyanın her yerinde askeri okullarda ders olarak okutulmaktadır.
Napolyon sadece cephede savaşlar kazanan bir komutan değil, modern dünyada kullandığımız ve sosyal hayatı düzenleyen pek çok kuralın fikir babasıdır. Mesela ilk yazılı anayasa, nüfus kayıt sistemi, soy isimlerinin kullanılması, ölçü ve ağırlık birimleri, sokak isimleri, otoyolların ve evlerin numaralandırılması ve trafiğin sağdan akması kurallarını Napolyon yürürlüğe koymuştur. Tüm Avrupada reformlar uygulamış, halk eğitim sistemi kurmuş ve dini azınlıkları özgürleştirmiştir. Orta sınıfın yasalar önünde eşitliğini sağlamış ve dini otoritelere karşı devletin gücünü merkezileştirmiştir. Dünya tarihine geçen böyle büyük bir lider hakkında çekilen filmi kaçırmamak gerekir. Napolyon bu cuma sinemalarda.20 Kasım 2023 Pazartesi
Kesik Baş
Hüseyin Rahmi Gürpınar'la Kesik Baş adlı polisiye-cinayet romanıyla tanıştım. Hikaye cumhuriyetin ilanının hemen öncesindeki İstanbul'da geçiyor. O dönem Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarıyla kültürel anlamda daha mozaik bir İstanbul var. Romanın başında geçim derdinden, ailesinden bunalmış çareyi her akşam meyhanede içmekte arayan, içki parası için kaynanasının çıkınından para aşıran Nafiz efendinin sarhoşluk halleri, mahallenin veletleriyle girdiği ağız dalaşı ve sarhoşken sokaktaki kuyuya düşmesi insanı çok güldürüyor. Bu kuyuda kesik bir baş bulunuyor ve roman boyunca cinayetin aydınlatılmasına tanık oluyoruz. Gürpınar dönemin sosyal hayatının fotoğrafını çok iyi çekmiş. Aşk konusunu da ele almış. Her aşkın mutluluk getirmeyeceğini anlatmış. Bir cinayette vicdani tereddüt yaşayan katilin psikolojisinde ki savrulmaları çok iyi aktarmış. İhtiyar bir adamın kendisine oyun oynayan kızı yaşındaki bir kadına olan umutsuz aşkını, para bulmak için en büyük günaha giren bir adamın parayı bulduktan sonra sevgilisini terk edip başka bir kadının kollarına gitmesini, intikamı, intiharı anlatmış. Gürpınar toplumda vuku bulan en temel hikayeleri anlatmış. Çok da güzel anlatmış. Bu kitabı okuduktan sonra kendi kendime söz verdim ve yeni yılda daha çok Türk Edebiyatı Klasikleri okuyacağım. Bu bendeki eksiklik. Bunu gidermeye çalışacağım. Çünkü çağdaş ve popüler yazarları okumaktan edebiyatımızın temelini atan değerli yazarlara fırsat gelmiyor.
17 Kasım 2023 Cuma
Yanmak
Yanmaktan korkarız. Kutsal kitaplarda bile günahkarların cehennemde yanarak cezalandırılacağı anlatılır. Peki yanmak gerçekten kötü bir şey midir. Ben insanları muma benzetirim. Ruhumuz fitilin ucundaki alev bedenimiz ise mumdur. Mum niçin yaratılmıştır? Yanıp etrafını aydınlatabilmesi için. Biz bu dünyaya ışık vermek için geldik. Diğer insanların zihinlerindeki karanlığı aydınlatabilmek ders olmak için. O yüzden mum gibi yanmalı alev almalıyız. Işığımızla aydınlatabileceğimiz zihinler yetiştirdiğimiz evlatlarımız da olabilir, komşumuz da olabilir, dostumuz da olabilir. Biz ışık verip bir mum gibi erirken ömrümüz geçip gider. Bir mum gibi eriyip kendi üzerimize akarız kısalırız kısalırız ve bir gün eriyip bitip yok oluruz. Ama fitilini tutuşturduğumuz diğer mumlar ışık vermeye devam ederler. Işık Tanrısal bir ruhtur. Yanmaktan korkmamalıyız. Başımıza gelen kötü olaylar, ölümler, hastalıklar, kayıplar, kazalar, belalar... Bunlar bizim ciğerimizi yakar, bizi üzer. Ama aslında hayat denen yolculukta karşılaştığımız her musibet bizi olgunlaştırır. Fitilimizin ucuna değen bir ateş gibi bizim birer mum olarak etrafımıza ışık vermemize vesile olur. Eriyip bitmeden bir rüzgar çıkar, karanlık bir el gelir ve alevimizi söndürebilir. Hayatta bizi zorlayan sınavlar yardımıyla tekrar alevimizi yakar ışımaya devam ederiz. Kazasız ve belasız kalsak bile biz ateşten korkmamalı sönmüş alevimizi yeniden yakmalıyız. Cennete girecek insanlardan hiç biri olmasınki şu dünyada yanma duygusunu tatmasın. İnsanlar dertlerle, sınavlarla olgunlaşır ve ciğeri yanarak, manevi anlamda yanarak olgunlaşır ve ahiretini kazanır. Sevgili okur şunu unutma: Sen bir mumsun ve bu dünyaya yanıp karanlığa ışık olmak için geldin.
14 Kasım 2023 Salı
Türkiye'nin Bölünme Senaryosu
Dün sinemaya gittiğimde film öncesi bir reklam gösterdiler. İstanbul'da hizmet veren Canada Okullarının reklamıydı. Reklamda ilk okul çağından lise çağına kadar olan çocukların okulda ders yaparken mutlu halleri gösteriliyordu romantik bir müzik eşliğinde. Reklamın sonunda " Kanada üniversitelerine sınavsız geçiş ve Kanada vatandaşlığı için kolaylık " gibi kavramlardan bahsedildi. Ülkemizde başka bir ülkeye göç etme vatandaşlık alma propagandası yapılıyor. İyi eğitim almış insanlarımız kapağı yurtdışına atmanın yollarını arıyor. Yabancı bir okulun sinemada oynayan reklamında bile çocuğunuzu kanada sistemine göre yetiştirin ve büyüyünce vatandaşlık alma işlemi kolay olsun deniliyor. Peki giden iyi yetişmiş parlak beyinlerimizin yerine kim geliyor. Suriyeliler ve Afganlar. Meziyetsiz ne idüğü belirsiz bir güruh ile ülkemiz sessizce işgal ediliyor. Şam'dan sonra en büyük Suriyeli şehri İstanbul oldu. Fatih'de Suriyeli mahallesi var, tabelalar Arapça. Türkiye'deki Suriyelilerin doğum oranı Türklerin doğum oranını geçti. Türkiye' de yaşayan Suriyelilerin televizyonları var, radyoları var. Suriyeli iş adamları derneği var. Suriyeli müteahhitler var, holdingleşen Suriyeli var. 2017 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinde 351 bin asker varken Türkiye' de askerlik çağında 425 bin Suriyeli yaşıyor. Yani Türkiye'de Türk Silahlı Kuvvetleri mevcudundan daha fazla sayıda eli silah tutacak yaşta Suriyeli var. Bu bilgiler Yılmaz Özdil'in gaslight kitabından.Tehlikenin farkında mısınız? Bugün 13 milyon olan mülteci sayısı yeni doğumlarla birlikte 20 yıl içinde 25 milyona çıkacak. Demografik yapımız değişecek. Kültürel tartışmalar çıkacak. Ülkemize sızacak ajanlar belki Türk kızlarını öldürüp, tecavüz edecekler ve suçu Suriyelilere atacaklar. Milliyetci kesim galeyana gelecek ve kan dökükecek. Bu durum iki yüzlü batı basınında Türkler araplara soykırımda bulunuyir diye haber yapılacak. Ve ABD Suriyelileri kurtarmak için Türkiye'ye müdehalede bulunacak. Talibandan kaçan ve ülkemize Afgan mülteciymiş gibi sızan CIA dan maaş alan Afganlar ve Suriyeli çeteler silahlı isyan çıkaracaklar. Güneydoğumuzda devlet oluşumunu tamamlamış PKK lı milisler aynı anda saldıracak. Aynı anda ABD işgaline, arap iç isyanına ve PKK saldırısına karşı koyamayan ülkemiz sonunda bölünecek. Ben böyle bir kıyamet senaryosu düşündüm. Bunu geçen yaz da yazmıştım. Acaba devletimiz bunları düşünüyor mu?
13 Kasım 2023 Pazartesi
The Marvels
Artık müslüman bir marvel kahramanı var. Merak ettiniz değil mi? Sizi biraz meraklandıracağım. Biliyorsunuz Marvel'in yeni kadın kahramanı Captain Marvel 2019 yılında beyaz perdede seyirciyle buluşmuştu. Bilirsiniz erkeklerin tekelinde olan süper kahraman dünyasının kaderini bir kadın süper kahraman olan Captain Marvel'le değişmişti. Hatta filmi seyreden anlı şanlı yazarlar Hollywood'un bu filmle bir kadın açılımı yaptığını yazmışlardı. Captain Marvel'in devam filmi olan The Marvels geçen cuma vizyona girdi. Bende soluğu sinemada aldım. Bu filmde Captain Marvel kendisi gibi süper güçlere sahip iki kadın kahramanla üç kişilik bir kızlar takımı kuruyor ve dünyayı kurtarıyor. Captain Marvel'ın yeni takım arkadaşlarından biri liseli Kamala adında bir kız. Kamala'nın ailesi müslüman. Filmin başında Kamala'nın evinin duvarında Arapça bir Allah yazısı görünüyor, abisi Nick Fury'nin uzay istasyonunda gördüğü enfes uzay manzara karşısında sübhanallah diyor, filmin sonlarına doğru parçalanan uzay istasyonundan bir tahliye kapsülüyle kaçarken Kamala'nın babası La ilahe illalah muhammeden resullah diye defalarca bağrıyor ve Nick Fury " Ne o dua mı ediyorsun? Etmeye devam çünkü buna çok ihtiyacımız var" diyor ve son olarak Kamala dünya için tehlikeli olan uzaydaki yırtığı özel güçleriyle kapatmadan önce bismillah diyor. Anlıyacağınız bu filmde Hollywood bir müslüman açılımı yapmış ve İslami sözleri karakterlerine film boyunca söyletmiş ve tarihte ilk defa müslüman kadın bir süper kahramana dev bütçeli filminde yer vermiş. Bu beni umutlandırdı. Ama yine de bi o kadar temkinliyim. Soğuk savaştan sonra tek kutuplu dünyada kendine terörist İslam düşmanı yaratan ABD acaba rota mı değiştiriyor ve bu ilk adımı Hollywood'la mı yapıyor. Bekleyip göreceğiz...
12 Kasım 2023 Pazar
gaslight
Yılmaz Özdil'den yakın Türkiye tarihine ışık tutan harika bir kitap. Özdil bu kitabında 2002-2023 yılları arasında AKP iktidarında yaşanan Cumhuriyetin yavaş yavaş nasıl itibarsızlaştırıldığını, laikliğin yok edilmeye çalışılıp yerine şeriat tohumlarının ekildiğini, üstü kapatılan ve yada sıradanlaşan yolsuzlukları, tutarsız zik zaklı dış politikamızı, iktidarının ilk yıllarında Hoca efendi iken çıkarlar çatışınca nasıl FETÖ olduğunu,Erdoğan'a seçim kazandırmak için dizayn edilen ve içi boşaltılan CHP'yi 2002 den başlayarak yıl yıl kronolojik olarak bir tarih kitabı düzeninde anlatıyor. Bu kitap ileride ülkeyi yönetecek genç nesillere " Ülke yönetilirken hangi vahim hatalar yapılmamalı " şeklinde bir ders kitabı olarak sunulacaktır kanımca. Özdil kitabın adını neden gaslight koyduğunu şöyle açıklıyor " İnsan zihninde gerçeğin yerine gerçek olmayanı koymaya, yanlışı doğruymuş gibi inandırmaya deniyor, gaslight...Hiç yaşanmamış olayları yaşanmış gibi gösterip, somut olarak yaşanmış olayları hiç yaşanmamış gibi kabul ettirmeye deniyor. Cunhuriyetimizin yüzüncü yılında, hepimizin gözünün içine baka baka, usul usul, sinsi sinsi, adım adım, bambaşka bir cumhuriyeti işte bu algı yöntemiyle monte ettiler. Başlığı niye İngilizce yazdın diye merak edebilirsiniz. Çünkü bu kavramın Türkçe karşılığı yok. Ama aslında, bizatihi Türkiye'nin özeti!"
11 Kasım 2023 Cumartesi
Çeşme
Mehmet ilk okul üçe gidiyordu. Abisi ise orta okula. Doksanların başıydı. Tüm dünyada Ninja Kaplumbağalar fırtınası esiyordu. Türkiye'deki çocuklar da bundan nasibini almıştı. Her çocuk büyülenmiş gibi televizyonun karşısına geçiyor ve Ninja Kaplumbağaların çizgi filmini seyrediyordu. Mehmet' de öyle. Doktor olan babasının maaşının yarısı Ninja Kaplumbağalar oyuncaklarına gidiyordu. Mehmet okuldan geldikten sonra içi oyuncak dolu torbayı misafir odasının halısının üzerine boşaltıyor ve mutlu, hayal gücüyle dolu bir oyuna dalıyordu. Evet demin misafir odası dedim. Seksenlerin, doksanların çocukları hatırlayacaktır. O yıllarda; yatak odaları, salon haricinde evlerde bir de en güzel mobilyaların küçük bir servet ödenip yerleştirildiği, içinde gümüşler porselen takımlarının bulunduğu yine çok pahalı duvardan duvara ahşap oymalı vitrinlerin bulunduğu, sürekli kapalı tutulan bayramdan bayrama misafirlerin ağırlandığı yada evin hanımlarının iki ayda bir sıra kendilerine gelince diğer evli ve çocuklu arkadaşlarını altın gününde ağırladığı mekanlardı evlerin misafir odaları. Abisi Mehmet'den dört yaş büyüktü ama Mehmet'in misafir odasındaki oyunlarına o da katılırdı. Ninja Kaplumbağa oyuncağı alınırken iki kardeşe de aynı anda alınırdı. Mehmet Leonardo ve Donetello figürlerini almıştı, abisi ise Michelangelo ve Raphael. Abisi kahraman ninja kaplumbağaların hocası Fare-insan splinter figürünü almıştı, Mehmet ise kaplumbağaların ezeli düşmanı kötü kalpli Shredder figürünü. Mehmet okuldan gelip beyaz yakalı mavi ilk okul önlüğünü çıkardıktan sonra annesinin hazırladığı öğlen yemeğini yer sonra hemen oyuncaklarıyla oyuna dalardı. Oyuncak figürlerine her gün başka bir senaryo yazar, onları birbirleriyle konuşturur ve savaştırırdı. Tıpkı her gün televizyonda seyrettiği çizgi filmdeki gibi. Mehmet ilerde büyüyüp yazar olduğundan küçükken kurguladığı oyunların ve kullandığı hayal gücünün çok faydasını görecekti. Birde her sokak başında açılan atariciler furyası vardı. Ama hafta içi okul günlerinde atari salonuna gitmesi yasaktı. Abisiyle beraber cumartesi sabahları gider, harçlığıyla aldığı bi avuç dolusu jetonları oyun makinasına atar Street Fighter'da Ryu ile adu ket, har yu ket, tak tak bulu ket çeker, Robocop ile kötüleri öldürürdü. Bir de tek kanallı TRT devrinden sonra açılan ilk özel televizyon kanalı Star tv de A Takımı, Mc Gaywer gibi vurdulu kırdılı aksiyon dizilerini seyrederdi. Çocuktu işte... Oyuncaklar, atari oyunları ve diziler arasında geçen bir hayat yaşıyordu. Ama Mehmet aynı zamanda sosyaldi. Okulun folklor ekibinde yer alır, 29 Ekim ve 23 Nisanlarda kafkas kıyafetlerini giyer ve arkadaşlarıyla birlikte şehir stadyumunda binlerce kişiye gösteriler yaparlardı. Yirmi kişilik folklor ekibinde kız ve erkekten oluşan on çift bulunurdu. Mehmet kendi sınıfında okuyan dans partneri bir kıza aşıktı. Sarı saçlı, ela gözlü cennet yüzlü bir kızdı. Mehmet henüz dokuz yaşında olduğu için ve hayatında ilk kez aşk denilen duyguyu deneyimlediği için nasıl davranması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Okulda Gamze'ye kaçamak bakışlar atarak onu görünce kalbinde hissettiği sevgi duygusu o yaşta onun için yeterli oluyordu. Mehmet ilk okul ikiden üçe geçtiği yıl bir takım sorunlar yaşamaya başladı. Önce okulda tahtada öğretmenin yazdığı yazıları okuyamamaya başladı. Yazılar bazen bulanıklaşıyordu. Sonra çocuk parkında oynadıktan sonra eve dönerken yolda kuyular açıldığını hissetti. Kaldırımda ansızın açılan kuyular. Muhtemelen ona öyle geldi. Ama ailesine " Yolda karanlık kuyular açıldığını gördüm " demişti. Babası doktordu ve Mehmet'i kendi doktor arkadaşlarının muayenehanesine götürdü. Doktorların Mehmet'in babasına söylediği " Bi boku yok. Annesinin ilgisini çekmek için yapıyor " Mehmet'in şikayetleri 1991 Sonbaharında başladı ve 1992 baharı gelmişti. Bir gece Mehmet ağlayarak uykusundan uyandı. Bas bas bağırıyordu ve tam bir korku krizindeydi. Tüm ev halkı uyandı ve ışıklar yandı. Küçük Mehmet'e annesi sarıldı ve zor zakinleştirdi. Mehmet'in neden korktuğuyla ilgili ailesine yaptığı açıklama: "Balkona Batman gelmişti ve beni götürecekti " 92 Martında bir salı günü Mehmet okuldan geldi, " Çok yorgunum " dedikten sonra salondaki üçlü divana yattı ve hava kararıncaya kadar tam yedi saat hiç uyanmadı. Annesi bir şeylerin ters gittiğini anladı ve ortalığı birbirine kattı. Akşam Evde Babası ve çocuk doktoru arkadaşı vardı. Çocuk doktoru yeni aldığı ve kutusundan henüz çıkardığı tansiyon aletiyle Mehmet'in tansiyonunu ölçtü. Çıkan sonuç karşısında gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Çocuğun tansiyonu anormal şekilde yüksekti ve durumu Mehmet'in babasına fısıldadı. Muayeneden sonra Mehmet üçlü koltukta yatmaya devam etti babası ve babasının dojtor arkadaşı ( Eşiyle birlikte gelmişti ) misafir odasında rakı içtiler.
Ertesi sabah Mehmet'in annesi ve babası büyük bir kavgaya tutuştu. Annesi " Ben Mehmet'i İstanbul'daki Güntekin Toroğlu hocaya götürecem " dedi. Babası " Eğer bunu yaparsan seni boşarım " diye tehdit savurdu. Sonuçta annenin dediği oldu ve öğlen vapuruyla İstanbul'a geçtiler. O zamanlar deniz otobüsleri yoktu veya sefer saatleri seyrekti. İstanbul'a üç saatte ulaştılar. Vapur adalara uğramıştı ve Marmara'nın sularını aheste aheste aşmıştı. Vapur titreye titreye Karaköy iskelesine yanaştı. Bir taksiye bindiler ve Nişantaşı'ndaki Güntekin hocanın muayehanesine gittiler. Çok sıra vardı. Belki iki buçuk saat beklediler. Sonunda Güntekin hoca onları buyur etti. Çocuğa soyun dedi. Mehmet soyundu. Birtek külotuyla kalmıştı. O sabah külotunu ters giydiğini anladı. Önünü arkasına arkasını önüne. Güntekin hoca Mehmet'e talimatlar verdi ve birtakım fiziksel hareketler yaptırdı. Çıplak çocuğu beş dakika muayene etti. Sonra " Kıyafetlerini giyebilirsin yavrum " dedi. Mehmet'in anne ve babası merakla Gündüz hocanın teşhisini bekliyorlardı. Sonunda hoca konuştu" Yavrumuzun beyninin sağ tarafında bir kistten şüpheleniyorum " dedi. Bu haber karşısında Mehmet'in ailesi kederlendi. O akşam Çapa Tıp Fakültesine gitmeye karar verdiler. Daha ileri tetkikle vaziyetin anlaşılması için. Ama öncesinde Mehmet " Oyuncak alalım " diye tutturdu. Babası " Şimdi bunun sırası mı? " diye söylendi. Annesi " Çocuk kötü haber aldı. Ona moral lazım. Çocuğun psikolojisinden hiç anlamıyorsun " diye kocasına gürledi. Sonuçta Nişantaşı'ndaki Dünya Gençlik Merkezi adlı oyuncakcıya gittiler. Mehmet ortamdan büyülenmişti. Hayatında ilk defa bu kadar çok oyuncağı bir arada görüyordu. Bir müze gezer gibi yarım saat oyuncakçıda dolandı. Sonunda o dönemin modası olan el atarilerinden bir tanesini beğendi. Ninja Kaplumbağalar oyunuydu. Mehmet dokuz yaşında küçücük bir çocuktu ve kendisine koyulan teşhisin vahametini idrak edememişti. O yeni bir atarisi olduğu için mutluydu. Bir taksiye atlayıp Çapa'ya gittiler. Çapa'da tek kişilik bir odaya yerleştiler. Tomografi için sıra aldılar. Çok sıra vardı ama Güntekin hocanın referansıyla geldikleri için Mehmet'i uygun bir anda araya sıkıştıracaklardı. Babası Çapa yakınında oturan annesinin evine gitti. Mehmet ve annesi ise hastane odasında başbaşa kaldılar. Gece birde annesi Mehmet'i uyandırdı. " Yavrum hadi tomografi çektireceğiz " dedi. Hemşire önde Mehmet ve annesi peşlerinde gece vakti Çapa'nın labirent gibi bahçesinde binaların arasında bir süre yürüdükten sonra tomografi binasına girdiler. Mehmet'in beyin tomografisi çekildi. Sonucu ertesi gün aldılar ve hastaneden ayrıldılar. Beynin sağ tarafında mandalina büyüklüğünde bir kist vardı. Mehmet'in babası dahil Yalova'daki saftirik doktorlar bunu altı ay boyunca anlayamamış ve " Bi boku yok. Annesinin ilgisini çekmek için uyduruyor" diye küçücük çocuğun günahını almışlardı. Ancak efsane boşuna olunmuyordu. Güntekin hoca çocuğu beş dakikada muayene ederek hiç bir tetkik ve tahlil yapmadan cihazsız bir şekilde " Beyninin sağ tarafında bir kist var " demişti. Yoksa Güntekin hoca tıpkı süpermen gibi duvarların ve maddelerin ötesini mi görebiliyordu acaba? O gün hastaneden çıkınca Mehmet'in babannesine gittiler ve geceyi orada geçirdiler. Mehmet yaşıtı kuzenleriyle oynadı. Ertesi gün Maçka'daki bi çocuk doktoruna gittiler. Doktor İnan tomografiyi inceledi ve " Müdahale gerekiyor size Marmara Üniversitesindeki Türkiye'nin ilk çocuk beyin cerrahı Onur Günaydın'ı tavsiye ediyorum " dedi. Taksiye atladılar ve Boğaz köprüsünden geçip Anadolu yakasındaki hastaneye gittiler. Onur hocanın odasının önünde bi kaç saat beklediler. O esnada yaşadıkları rahatsızlıktan ötürü kafaları su toplamış ve şişmiş bir kaç çocuk gördü Mehmet. Onlar da Onur hocayı bekliyordu. Mehmet yamru yumru şiş kafalı çocukların görüntüsünden çok korkmuştu. Ve onlar yakındayken onların su toplamış kafasını görmemek için gözlerini sımsıkı yummuştu. Onur hoca ameliyattaydı ve o gün gelmeyecekti. Yalova'ya döndüler.
Bir kaç gün sonra Marmara Üniversitesindeki Onur hocadan randevu aldılar ve tekrardan İstanbul'a gittiler. Mehmet, anne babası ve annesinin babası dedesi vardı. Dördü sabah erkenden hastanenin bahçesinde buluştular. Çocuk beyin cerrahı Onur hocayla yapacakları görüşmeye dedesi Süleyman bey de katılmak istemişti. Dedesi de doktordu. Bir kadın doğum uzmanıydı. Atmışlı yaşlarında halen özel bir polikilinikte görev yapan eski toprak bir doktordu. Onur hoca geldi ve odasına girdiler. Onur hoca ihtisasını Amerika'da yapmış tel çerçeveli gözlüğünün ardında sevecen bakışlar barındıran esmer sempatik bir adamdı. Genç bir adamdı. Kırklarındaydı. Mehmet'in beyin filmini aldı ve duvarında asılı duran florasanlı düzeneğe sıkıştırdı. Düğmeye basıp cihazın beyaz ışığını açtı ve Mehmet'in beyin filmi arkadan gelen ışıkla aydınlandı. Onur hoca filmi inceledi ve sonrasında " Beynin sağ tarafında beyin zarıyla kafatası arasında mandalina büyüklüğünde bir kist görünüyor " dedi. " Şimdi hastamız büyük olsa kendini koruyabilir derdim. Amca hastamız bir çocuk ve oyun oynayacak, hoplayacak zıplayacak... Kafasının içinde böyle bir kist taşıması risk teşkil edecek. Bence ameliyat edelim ve çocuğumuz kurtulsun. Kararı size bırakıyorum " dedi. Onur hoca çok ikna edici konuşmuştu. Aile kendi arasında küçük bir toplantı yaptılar. Son olarak Mehmet'e görüşünü sordular. Mehmet " Ameliyat olmak istiyorum " dedi. Kararlarını doktora bildirdiler. Onur hoca " Sizi ameliyat programıma dahil edecem ve net tarihi bir iki hafta içinde bildirecem " dedi. Yalova'ya döndüler. Mehmet uzun süredir okuldan ve arkadaşlarından uzak kalmıştı ve daha da kalacaktı. 23 Nisan tarihi gelmişti. Çocuk bayramıydı ama Mehmet buruktu. Çünkü 23 Nisanlarda kafkas kıyafetlerini giyip arkadaşlarıyla birlikte şehrin içinden geçit yapıp şehir stadyumunda binlerce kişiye gösteri yapamayacaktı. Mehmet bu yüzden bu bayram mutsuzdu. Çünkü hastaydı. Evde " Ben arkadaşlarımın geçitini seyretmek istiyorum " dedi. Annesi " Tamam yavrum abinle beraber gidin " dedi. Mehmet abisinin elinden tutup ilk okulun oraya gitti. Okulun karşı kaldırımında beklemeye başladı. Bir süre sonra öğrencilerden oluşan trampet takımı müzikler çala çala okuldun ayrıldılar. Mehmet mahsun gözlerle arkadaşlarının geçip gitmesini izledi. Çok yakın bir zamanda ciddi bir beyin ameliyatına girecekti. Ameliyattan ya sağ çıkamazsam diye düşündü. Belki bu arkadaşlarımı son görüşümdü diye düşündü. Abisi Mehmet'in hüzünkendiğini fark etti ve " Gel oyuncakcıya gidelim " dedi. Çocuk aklı işte Nehmet her şeyi bir anda unutup sevinçle oyuncakcıya gitti. Abisi küçük kardeşine bayram hediyesi olarak uzaktan kumandalı kırmızı renkli bir Ferrari aldı. Mehmet yeni oyuncağını çok sevmişti ve tüm gün arabasıyla oynadı. Akşamleyin telefon çaldı. Onur hocanın asistanı 29 Nisan pazartesi günü ameliyatın yapılacağını bildirdi ve pazar günü hastaneye yatış yapmalarını istedi. Haberi duyunca Mehmet içinde buz gibi bir korku hissetti. Bir hafta içinde ameliyat olacaktı hemde beyninden.
28 Nisan pazar günü Marmara üniversitesine gittiler. Hasta odasına yerleştiler. İçinde tuvaleti olan televizyonlu manzaralı güzel bir odaydı. Dedesi elinde bir poşetle odaya girdi. " Anneannenden sana bir hediye " dedi. Mehmet heyecanla poşeti açtı ve içinden Ninja Kaplumbağaların minibüsü çıktı. Bu harika bir oyuncaktı. Yeşil sarı renkli bir minibüstü. İçine dört kaplumbağayı alacak kadar genişti. Silahları vardı. Mehmet çok mutlu oldu. Geceyarısı Mehmet uyurken kapı tıklandı. Annesi uyandı ve kapıyı açtı. Onur hocanın asistanı gelmişti. Elinde bir kağıt ve tükenmez kalem tutuyordu. Asistan gayet soğuk bir şekilde " Eğer yarın Onur hocanın oğlunuzun beyin ameliyatını yapmasını istiyorsanız bu senedi imzalayın " dedi. Annesi çok şaşırdı. Kendi kendine " Eğer doktor yakını bir hastaya bu muameleyi yapıyorlarsa vay normal vatandaşın haline... " dedi. Senedi imzaladı.
Ertesi sabah Mehmet uyandı. Anneannesinin hediyesi oyuncak minibüsle biraz oynadı. Daha sonra odaya bir hemşire geldi ve " Ameliyat vakti geldi " dedi. Odaya tekerlekli bir sedye getirdiler birde yeşil bir hasta önlüğü. Mehmet soyundu ve yeşil önlüğü giydi. Sedyeye uzandı. Hasta bakıcı sedyeyi iteklemeye başladı. Koridora çıktılar, asansöre girdiler, tekrar koridora çıktılar ve ameliyataneye girdiler. Ameliyathanede operasyonun yapılacağı diğer sedyeye uzandı. Tepesinde gözünü alan güçlü bir ışık ve ışığın etrafında tepeden kendine bakan kafalar görüyordu. Üşüdüğünü hissetti. Acaba bu üşüme çıplak vücuduna giydiği her tarafı açık önlük nedeniylemiydi, yoksa ameliyattan korkmasının neden olduğu bir üşümemiydi. Galiba ikincisi. Mehmet korkuyordu. Kendisini bir bilinmezlik bekliyordu. Birazdan narkozun etkisiyle uyuyacak ve sonrasında tehlikeli bir beyin ameliyatı geçirecekti. Ya bi daha uyanamazsa... Ya bu ameliyat masasında kalırsa... Mehmet çıplak ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Tıpkı botları ve çorapları olmadan yalın ayak karların üstüne basıyormuş gibi. Narkozu aldı, son hatırladığı şey kendisine tebessüm eden doktorun bulanık yüzüydü. Ve ne olduğunu anlamadan uykuya daldı. Ameliyat tam sekiz saat sürdü. Doktorlar ameliyatanenin kapısından başlarını çıkartıp hemşirenin tuttuğu kutu meyva suyunu kamışla içip tekrar ameliyata dönüyorlardı. Dokuz yaşındaki çocuğun başının sağ tarafını tıraşladılar, bir hilal şeklinde önce kafasını, sonra kafatasını kestiler, içerdeki mandalina büyüklüğündeki kisti çıkardılar ve sonra zımbayı andıran metal agraflarla kafasını diktiler.
Mehmet gözlerini yoğun bakımda açtı. Ne olduğunu anlamadığı dıt dıt diye kulağına sesi gelen ekranlarında bir takım grafiklerin ve anlaşılmaz dijital rakamların olduğu cihazlar vardı etrafında. Gözüne odanın karşı tarafında yataklarında yatan ihtiyar hastalar ilişti. Çok susamıştı. Nihayet bir hemşire geldi. " Su-su-sadım " dedi. Hemşire " Su içemezsin. Eğer tersine kaçarsa ve öksürüp, öğürürsen kafandaki dikişler patlar " dedi. " Ama çok susadım " Mehmet'in dudakları kurumuştu. Hemşire birazdan elinde bir pamukla geldi. Pamuk ıslaktı. " Bunu emebilirsin " dedi. Mehmet çaresiz dudaklarının birazcık nemlenmesi için pamuğu emdi. Pamuktan dudaklarına nüfuz eden nem ona az da olsa iyi gelmişti. Biraz sonra karşı yataktaki yoğun bakım hastası titreyerek ve kasılarak bir kriz geçirdi. Hemşireler ihtiyar adamın başına toplandı, müdahale ettiler. Mehmet ilk defa böyle bir manzara görüyordu. Çocuk ruhuyla korktu ve ağlamaya başladı. Hemşire ablası yine yanına geldi ve " Ne oldu canım? " dedi. " Oradaki amcadan korktum " dedi. Hemşire ablası yatağını tüm yoğun bakımdan bir bölme gibi ayıran perdeyi çekti. Şimdi olmuştu. Mehmet kendisini ürküten diğer hastaları görmüyordu. Mehmet yine susamıştı. Hiç bu kadar susadığını hatırlamıyordu. Ama su içmesi yasaktı. Hemşire ablası yine geldi ve ıslak pamuk getirdi. Çocuk yine pamuğu emdi. " Ne zaman su içebileceğim? " diye sordu. " Yarın " dedi. " Çişim geldi " dedi. Hemşire ablası ona pipisinin ucunda bir sonda takılı olduğunu ve rahatca çişini yapabileceğini söyledi. Mehmet çişini yaptı. Yatağın kenarında asılı duran torba sidikle doldu. Ama çişini yaparken pipisi yanmıştı. Şu sonda denilen şeyin ucu pipisinin deliğinden içeri girmişti. Mehmet sondadan rahatsız oldu. Tekrardan hemşire ablasını çağırdı. Sondayı işaret ederek " Bunu çıkartabilir miyiz pipimi acıtıyor " dedi. Hemşire dediğini yaptı. Mehmet'in gözü tepesindeki cihazın ekranındaki dijital rakamdaydı. 24.00 ' ı gösteriyordu. Hemşireyi çağırdı ve cihazdaki rakamı göstererek " Hemşire abla saat gece yarısı oldu yani yeni güne girdik artık su içebilir miyim " dedi. Hemşire tebessüm ederek başını salladı " O cihazdaki saat değil vücudunun değerini gösteriyor. Üstelik ben yarın derken yarın sabahı kastetmiştim " dedi. Mehmet ağlamaya başladı. Mehmet çocukken yoğunbakımda yaşadığı susuzluk yüzünden ömrü boyunca evinde büyük bir şişe bulunduracak ve bardak yerine suyunu büyük şişeden içecekti... Kırk yaşında koca bir adam olduğunda bile.Biraz süre geçti ve yine çişinin geldiğini söyledi. Hemşire plastik bir ördek getirdi ve çişini ördeğe yaptı. Sonrada uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandı. Yine vücuduna bağlı olan cihazların dıt dıt sesleri kulağına geliyordu. Önce dedesini gördü. Dedesi ona gülümsüyordu. Sonra babası geldi ardından annesi. Bitkin bir şekilde yatakta yatıyordu. Annesini görünce " Anne bana su vermiyorlar " diye ağlamaya başladı. O esnada yanlarında ameliyatı yapan doktor Onur vardı. Annesi yavrusunun serzenişini duyunca çileden çıktı. Doktora dönüp " Su vermiyorlarmış " diye bağırdı. Kadını zor sakinleştirdiler. Öğlen oldu. Nihayet yasak kalktı ve çocuğa su verdiler. Mehmet suyu kana kana içti. Ardından hemşire ablası bir kase çorba getirdi. Mehmet neredeyse yirmi dört saattir açtı. O çorba tarhana çorbasıydı ve soğuktu.Mehmet tarhana çorbasını sevmezdi ama o çorbayı öyle bir iştahla yedi ki... Mehmet'in 1992 yılında Marmara Üniversitesi hastanesinin yoğun bakımında dokuz yaşındayken içtiği o buz gibi çorba ona hayatı boyunca tattığı en lezzetli yemek olarak gelecekti. Kırk yaşına gelip koca bir adam olduğunda bile o soğuk çorbanın muhteşem tadını unutamayacaktı. Öğleden sonra oldu. Hemşire ablası yanına gelip müjde verdi. " Mehmetcim hadi odaya çıkıyorsun " Mehmet'i yatağından kaldırdılar ve bir tekerlekli sandalyeye oturttular. Mehmet sandalyeye oturunca korkunç bir baş dönmesi yaşadı ve zeminin ayaklarının altından çekildiğini ve dünyanın alt üst olduğunu hissetti. Hemşire ablasına " Ba-Başım dönüyor " diyebildi. Hemşire ablası " Korkma canım normal birazdan geçer " dedi. Geçti de. Mehmet'i odasına götürdüler. Odada tüm ailesi vardı. Yalova'dan abisi de gelmişti. Abisini görünce çok sevindi. Abisi ona bir G.I.JOE askeri getirmişti. Bu paraşütlü bir askerdi. Abisi " Yalova'ya gelince askeri balkondan aşağı atarız ve paraşütüyle yere inmesini seyrederiz " dedi. Mehmet " Tamam abi " diye güldü. Abisi anne-babalarını kaybettikten sonra gelecekte Mehmet'in maddi-manevi olarak hayattaki en büyük destekçisi olacaktı. Küçükken didişseler de büyüdükten sonra Mehmet abisi Osman'a her zaman büyük bir saygı ve sevgi duyacaktı. Mehmet akşam olduğunda nihayet sıcak bir yemeğe kavuştu. Afiyetle yemeğini yedi. Gece olunca da huzurlu bir uykuya daldı.
Sabahleyin uyandığında odada annesi vardı. Mehmet tuvalete gitmek istedi. Yataktan kalktı ve yavaş adımlarla odanın içindeki tuvalete doğru yürüdü. Kapının yanındaki elektrik düğmesine bastı ve tuvaletin ışığı yandı. Lavaboya doğru yürüdü. Musluğun üstündeki aynada yansımasını görünce dona kaldı. Başının sol tarafında saçları duruyordu. Ama kel kalan başının sağ tarafında alnının üzerinden kulağına kadar inen kocaman bir yara, yaranın üzerinde metal zımbalar. Suratının sağ tarafı şişmiş yamru yumru deforme bir görüntüye sahipti. Sağ gözü şişlikten ötürü neredeyse kapanmıştı. Küçük çocuk aynadaki feci görüntüden korktu ve ağlamaya başladı. Annesi geldi. " Anne yüzüm, yüzüm... " diyebiliyordu sadece. Yatağına gitti ve başını yastığa gömüp hüngür hüngür ağladı. Yüzündeki şişlik ve deformasyon bir kaç güne düzelecekti fakat küçük çocuk yüzünün içler acısı halini görünce çok üzülmüştü. Uzun süre aynaya bakamadı. Altıncı gün hastaneden taburcu oldu. Yalova'ya döndüler. Birkaç arkadaşı ve aile dostları ziyarete geldi. Yatağının başının yanındaki duvarda duvara monteli bir kitaplık vardı. Eskiden Mehmet başını o tarafa koyardı. Ama kitaplık bir kaza sonucu ameliyatlı başının üzerine düşebilir diye başını yatağın ayak ucuna koymaya başladı. Annesi birde başını uyurken pencere altındaki radyatöre çarpmasın diye o yana koruyucu amaçlı bir yastık daha koymuştu. Mehmet'in ameliyatlı başını koruması gerekiyordu ve bu koruma yıllarca sürecekti.
Mehmet'e ameliyattan sonra hep hayalini kurduğu oyun bilgisayarını aldı ailesi. Amiga 500. Mehmet ve abisi çok mutlu oldu. Abi kardeş sürekli bilgisayar oyunu oynadılar. Taburcu olduktan iki hafta sonra tekrar hastaneye gittiler. Başındaki dikişler alınacaktı. Mehmet bir pansuman odasına girdi. Asistan doktor alacaktı dikişleri. Başının üzerinde bir lamba yaktı. Bu ameliyathanelerdekine benzeyen ayaklı bir lambaydı. Güçlü beyaz bir ışık veriyordu. Yanındaki sehpada metal bir tas ve bir kerpeten duruyordu. Mehmet bir an metal tastaki kendi yansımasına baktı. Doktor kerpeteni aldı ve Mehmet'in başına yöneldi. O kerpetenle başında etine iki ayağıyla saplanmış metal zımbaları çıkartacaktı. Doktor kerpetenle birinci zımbaya asıldı ve başından söktü. Söktüğü zımbayı metal tasın içine attı. Çiling diye bir ses çıktı.Kerpeten her seferinde yırtıcı bir kuş gibi yaralı başına iniyor, başındaki zımbayı etinden söküp alıyor ve sonra avını metal tasa bırakıyordu. Metal tasa düşen zımba çiling diye bir ses çıkartıyordu. Çiling, çiling, çiling... Bu çok rahatsız edici bir süreçti. Sonunda bitti. O sabah Mehmet'in kafasından tam otuz iki metal zımba çıkartılmıştı.
Ameliyattan sonraki bir buçuk ay arkadaşlarının ve aile dostlarının ziyaretleriyle geçmişti. Mehmet bazen anne babasının koynunda uyuyordu.Ameliyattan sonra Mehmet uyku sırasında ufak epilepsi krizleri geçiriyor ve uykusunda sıçrıyordu. Ailesi başta çok endişelenmişti ama doktorlar ameliyat sonrası dönemde bunların olabileceğini söyleyince rahat nefes almışlardı. Bazen uykusunda sıçrayınca Mehmet bile uykusundan uyanıyordu. Aylar sonra okula döndüğünde sınıf arkadaşlarının yürekten gelen bir samimiyetle onu kucaklamalarını, ona sevgiyle sarılmalarını aradan yıllar geçse de unutamayacaktı. Birde bahçedeki çeşmeyi... Arkadaşları beden derslerinde hoplayıp zıplarken oyunlar oynarken o ameliyatlı başını koruyabilmek için beden derslerini okulun bahçesindeki çeşmenin başına oturup uzaktan kös kös izliyordu. Mehmet yıllar sonra Mısır'da kırk iki kilometrelik hayatının ilk maratonunun finişini geçerken çeşmenin başında ki o küçük çocukla helalleşti.
10 Kasım 2023 Cuma
Doğumgünü
Bugün 10 Kasım. Atamızın öldüğü gün. Her 10 kasımda karmaşık duygular içinde oluyorum. Atamıza göz yaşı dökerken üzülüyorum ve doğum günüm olduğu için tebessüm ediyorum. Göz yaşlarımla tebessümüm birbirine karışıyor. Evet bugün benim doğum günüm. 1982 yılının 10 Kasımında saat dokuzu beş geçe sirenler çalarken annemi doğumhaneye almışlar. Ben doğmuşum. Adım Onur olmuş. Bugün 41 oldum. Bi kırk bir kere maşallahınızı alırım.
Kırklarına gelince ne mi oluyor? Her ne yaşamışsan yaşa beş yıl sonra gözüne önemsiz görünecek anlık problemleri beş dakikadan fazla düşünmemeye başlıyorsun. Biten hiç bir aşkın arkasından ağlamıyorsun. Yeniden defalarca sevebileceğinin farkında oluyorsun ve eğer şanslıysan ve doğru kişiyle karşılaşmışsan o kişiyle ömrünü geçiriyorsun. Evet yeniden defalarca sevebilmek... Çünkü aşk; ağaç ile yapraklarının muhabbeti gibidir. Hiç sonbaharda döküldü diye ağaç yeşilden vazgeçer mi? Biz bir ağacız. Aradığımız aşkın, sevginin ve mutluluğun yeşilliği içimizde. Bunları kendi içimizden ( gövdemizden ) doğurabildiğimizin idrakine varınca gerçekten yaşamaya başlıyoruz. Ve son olarak artık hiçbirşeyden korkmuyorsun. Sadece imansız gitmekten ve Allah'tan korkuyorsun. Onurlu oluyorsun. Menfaatin için ona buna yağ çekmiyorsun.Tek bir yerde eğiliyorsun. O da secdede...Kırklarına gelmiş ben gençliğime şunu söylemek isterdim:Unutma sen hem yaysın hem oksun,
Eller seni çekti canını yaktı diye bozulma,
Uçmak, havayı yarıp rüzgarı hissetmek istiyorsan,
O yaydan fırlamak zorundasın evlat...
Hem gerilmek hem süzülmek hayat denen yolda,
Tekamülüne ulaşmak adına...
9 Kasım 2023 Perşembe
Erdoğan'ın IŞİD ile petrol ticareti
Hafızanızı biraz zorlarsanız hatırlayacaksınız. 2015 sonbaharında sınırımızı kısa süreliğine ihlal eden bir Rus savaş uçağını F16 mız vurmuş ve iki Rus pilottan biri ölmüştü. Tayyip Erdoğan bu durumu halkın bir kesiminin milliyetci duygularını manipüle etmek isteyerek bir kahramanmış havalarına bürünerek " Sınırımız ihlal edilirse yine vururuz " ve " Kim olursa olsun bugün olsa yine düşürürüz " cümlelerini kurmuştu. Şaka değil Türkiye karşısına Rusya'yı almıştı. Erdoğan böyle bir kriz hakkında kibirli büyük laflar ediyordu. Galiba kendisi Rusya'yı tırışkadan bir devlet zannediyordu. Rusya lideri Putin bu uçak düşürülmesi olayını bir kenara yazmıştı. Rusya Türkiye'ye ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Turizm gelirleri bıçak gibi kesildi. Putin G20 zirvesinde şunları dedi " Türkiye, Rus uçağını IŞİD'le petrol ticaretini korumak için düşürdü, IŞİD ve diğer terör örgütleri tarafından kontrol edilen ham petrolün Türkiye topraklarına girdiğini kanıtlayan bulgular elde ettik, buradaki meslektaşlarımıza uzaydan ve uçaktan çekilen fotoğrafları gösterdim, yasa dışı petrol ticaretinin boyutlarını kanıtlayan fotoğraflar, tanker konvoyları kilometrelerce, Suriye ve Türkiye topraklarındaki bu petrol sevkiyat yollarının güvenliğini sağlamak için Rus uçağını vurduklarını düşünüyoruz, Türkiye'nin Suriye'deki Türkmenleri koruması elbette sadece bir bahane" Rusya savunma bakan yardımcısı Antanov daha vahim konuştu " Suriye'de teroristlerin gaspettiği petrol binlerce tankerden oluşan canlı boru hattıyla, üç güzergah üzerinden Türkiye'ye sevk ediliyor, Erdoğan ve ailesi bu petrol sevkiyatıyla ilişkili" Bu açıklamalardan sonra Ruslardan S400 aldık, Türkiye'de Ruslar nükleer santral yapmaya başladı, Erdoğan Rusya'ya gitti Putin'le görüştü. Rusya'dan Türkiye'ye doğalgaz hattı döşenmeye başladı vs... Başta Erdoğan " Sınırımız ihlal edilirse yine vururuz" diye kükrerken " Rus uçağının olduğunu bilseydik farklı davranırdık. Çok üzgünüz maalesef böyle bir şey oldu " diye miyavlamaya başladı. Putin Erdoğan'ın terör örgütü IŞİD ile petrol ticareti yaptığını afişe ederek Erdoğan'a satrançtaki tabiriyle ŞAH çekmişti. Bu olaydan sonra Erdoğan söylemini yumuşattı, Putin'e şirin gözükmeye çalıştı ve yönettiği ülkemizin dış politikasını Rusya ile stratejik iş birliğine çevirdi. Kafa kesen iki askerimizi canlı canlı yakan IŞİD terör örgütüyle karanlık ilişkileri olan ülkemizi terör örgütüyle gizli petrol ticareti yapması için alet eden Recep Tayyip Erdoğan'dan bir tek ben mi rahatsız oluyorum. Erdoğan yandaş medyasıyla halkı karedenizde gaz bulma, yerli otomobil TOGG haberleriyle uyuturken kendisi IŞİD gibi eli kanlı terör örgütleriyle gizliden iş tutuyor. Ve biz bu haberi Rusya devlet başkanı Putin'den öğreniyoruz. Yazıklar olsun!! Not: Okuduğunuz yazıdaki konu detaylı şekilde Yılmaz Özdil'in son kitabı Gaslight da ele alınıyor. 2002-2023 arası döneme ışık tutan harika bir kitap. Şiddetle tavsiye ediyorum.
6 Kasım 2023 Pazartesi
Kozmik Oda
2009 yılıydı. İktidar ve FETÖ ozaman cankuştu. İktidar devletin yargısına, emniyetine ve büroksisine FETÖ cü kadroları tayin ediyordu. Ergenekon diye bir örgüt uydurdu yandaş basın. FETÖcü savcılar ve emniyet Atatürkçü askerlere operasyonlar yapmaya başlamıştı. Fetullah Gülen ile kanki olan Erdoğan " Ben bu davanın savcısıyım " gibi beyanatlar veriyordu. AKP li Bülent Arınç'ın evinin yakınında sivil bir araç içinde iki asker yakalandı. Üzerlerinden Bülent Arınç'ın evinin krokisi çıktığı iddia edildi. Askerlerin Ergenekoncu olduğu ve Bülent Arınç'a suikast hazırlığında olduğu söylendi. İşin aslı o iki asker karargahtan dışarıya bilgi sızdıran ve Bülent Arınç'ın eviyle aynı muhitte biriyle buluşan bir hainin takibindeydi. Ama konu dinci ve yandaş medyada Arınç'a suikast yapılacaktı diye ele alındı. Savcılık bunu bahane edip TSK'nın kozmik odasını aramak istedi. Kozmik oda retina taraması ve 17 haneli parola ile girilebilen ordunun kozmik bilgilerinin saklandığı çok önemli bir mekandı. Orada yurt dışında gizli görev yapan personelimizin kimlikleri, Türkiye'nin düşman tarafından işgal edilmesi halinde işgale nasıl karşı koyacağımızı, nasıl örgütleneceğimizi içeren çok gizli planlarımız yani kısaca kuvayi milliyemiz, direniş planlarımız vardı. Ve kozmik odadaki devlet sırlarımız Arınç'a suikast bahanesiyle orada arama yapan FETÖcü savcılar tarafından çalındı ve düşmanlarımıza iletildi. Tarihte böyle bir hainlik görülmemiştir. Olası bir işgal halinde ülke olarak direniş göstereceğimiz yeni seferberlik planları oluşturuldu mu? Çünkü eski planlar düşmanlarımızın eline geçti. Yeni kuvayı milliye planlarına ve bu kozmik odanın güvence altına alınmasına ihtiyacımız var.
5 Kasım 2023 Pazar
11 Eylül ve Bin Ladin Gerçeği
Ömrünün otuz yılını CIA'de casus ve terörle mücadele uzmanı olarak geçirmiş Henry Crumpton'un anılarını okuyorum. Kitabın bir bölümünde El kaide ve Usame Bin Ladin gerçeği hakkında inanılmaz itiraflar var. Kısaca aktarayım.Amerikan gizli servisi CIA 11 Eylül ikiz kuleler saldırısı öncesinde de Usame Bin Ladin tehlikesinin ve El Kaide'nin farkındaydı. Ladin ve El kaide liderlerini izlemek için tarihteki ilk İHA ( İnsansız hava aracı ) nı Afganistan semalarında uçurmaya başlamışlardı. Aracın adı Predator'du ve yüksek çözünürlüklü kameralarıyla binlerce metre yüksekten uçarak farkedilmeden düşmana ait görüntü aktarıyordu.2000 senesinde bir gün bir konvoyu takip ediyorlardı. Konvoyun güvenliği çok fazlaydı ve bir El kaide tesisine yanaşmıştı. Havada ki Predator CIA merkezine anlık görüntüler aktarıyordu. Araçtan uzun boylu bir adam inmişti, görüntü yakınlaştı ve komuta merkezindeki adamlar görüntüdeki kişinin kim olduğunu anlayınca şaşkına döndüler. O adam Usame Bin Ladin'di. Hemen savunma bakanlığı ve Beyaz Saray'a bilgi verdiler. Beyaz saray işi yokuşa sürdü. Onun o binada 6 saat kalabileceğini garanti edebiliyor musunuz dediler. Ladin Hint okyanusundaki ABD savaş gemisinden atılacak bir cruise füzesiyle 6 saat içinde yok edilebilirdi ama nedense siyasi irade bunu istemedi. Sonraki tarihlerde 6 kez daha Ladin'in yeri tesbit edildi ama eyleme geçilmedi. Bu itiraflardan anlıyoruz ki ABD Usame Bin Ladin'e kendisine 11 Eylül'de saldırması için göz yumdu ve bu trajediden bahane bularak ortadoğuyu şekillendirme projesi olan BOP'u (Büyük Ortadoğu Projesi ) uyguladı. Irak'ı işgal etti, Libya'da Kaddafi'yi devirdi, Suriye'yi karıştırdı... Kitapta 11 eylül ile ilgili bir başka çarpıcı detay var. CIA Temmuz 2001 de 11 eylül saldırısından iki ay önce Ulusal güvenlik danışmanı Condoleeza Rice'a El kaidenin ABD topraklarına saldırmasının an neselesi olduğunu söylemiş ama ne Rice ne de Beyaz Saray bu istihbaratı ciddiye almış. Anlayacağımız üzere ABD ortadoğuyu işgal etme ve kendi gölge iktidarlarını göreve getirebilmek için El Kaide'nin kendisini vurmasına göz yummuş. Bunu ben söylemiyorum 30 yıl CIA da görev yapmış Henry Crumpton adlı ajan İstihbarat Sanatı isimli kitabında anlatıyor.
3 Kasım 2023 Cuma
Atatürk Filmi
Bu hafta sonu tüm programlarınızı iptal edin ve sinemaya koşun. Çünkü Atatürk filmi vizyona girdi. Ben bugün izledim. Atatürk rolünde Aras Bulut İynemli harikalar yaratmış. Bir röportajında Atatürk kimliğine bürünmek için hem okumalar olsun hem kendini hazırlama olsun çok uzun ve ciddi çalışmalar yaptığını okumuştum. Bence kendisi Türk sinema tarihindeki en iyi Atatürk olmuş. Zaten kendisinin 7. Koğuşta Mucize filmindeki efsane Memo karakteriyle hatırlıyoruz. Atatürk'ün annesi Zübeyde hanım rolünde Songül Öden var. Film görkemli bir Çanakkale savaşı sahnesiyle açılıyor ve Atatürk'ün çocukluğundan başlayıp asker oluşunu, Osmanlının son zamanlarında Selanik, Şam, Trablusgarp, Sofya, İstanbul gibi vilayetlerde asker olarak aldığı görevleri, İttihat ve Terakki ile ileride kurucusu olacağı Cumhuriyet rejimine evrilecek özgürlükçü fikirleri, bu yüzden hapse düşmesi, özel hayatını Çanakkale savaşına kadarki bölümünü ele alıyor. Filmin ikincisi ve hikayenin devamı 19 Mayıs haftasında vizyona girecek. Ben izlerken göz yaşlarıma engel olamadım.Atamızın hayatını her yaşta farklı bir bakış açısıyla idrak ediyoruz. Hele günümüzde ülkemizde hak ve özgürlükler, adalet, refah, laiklik konularında bizlere reva görülen muameleden sonra. Çocuğunuzun, yeğeninizin elinden tutun ve bu filme götürün. Çünkü Atatürk'ü anlamaya ve anlatmaya her şeyden çok ihtiyacımız var şu dönemde.
2 Kasım 2023 Perşembe
ABD ve Afganistan
11 Eylül 2001 ikiz kule saldırıları sonrası ABD El Kaide terör örgütünü yok edip onurunu kurtarmak zorundaydı. CIA ve ordu harekete geçti. Örgüt Afganistan'da yuvalanmıştı ve örgüt lideri Bin Ladin'in orada saklandığı düşünülüyordu. CIA görevlileri gizlice Aganistan'a gitti ve orada ülkeye egemen olan Taliban rejimine muhalif militer kabilelerin liderleriyle görüştüler. ABD Afganistan'da bölgeyi bilen ve istihbarat sağlayan Afgan muhaliflerin desteği olmadan El Kaide'yi yenemeyeceğini biliyordu. CIA ajanları muhalif kabile liderlerini rüşvet ve yönetiminden haz etmedikleri Taliban rejiminin devrileceği sözünü vererek ikna ettiler. Taliban El Kaideyi desteklediği için ABD'nin hedefindeydi. Bağnaz ve gaddar yönetim sergiledikleri için savaşçı muhalif Afgan kabilelerinin de düşmanıydı. Sonuçta iş birliği yapıldı. 7 Ekim 2001 de ABD hava kuvvetleri Afgan muhaliflerinin istihbaratını sağladıkları El Kaide ve Taliban hedeflerini bombardımana tuttu. El kaide ve Taliban'a karşı operasyonlar yapıldı ve sonunda bu iki oluşum yenildi. 2004 de Afgan muhaliflerinin desteklediği Karzai ülke tarihinde demokratik yolla seçilen ilk başkan olarak göreve geldi. Afgan halkı ABD nin desteğiyle Taliban rejiminden kurtulmuştu. Ülkede demokrasi filizlenmeye başlamıştı. 2011 de ABD Bin Ladin'i Pakistan'da bulup öldürdü. İş bu noktada değişmeye başladı. ABD Başkanı Obama birliklerini Afganistan'dan kademeli olarak çekeceğini açıkladı. Bu arada Taliban kabusu yeniden hortlamaya başladı. 2016 da Trump seçildikten sonra 2021 yılında ABD'nin Afganistandan tamamen çekileceğini söylüyordu. Bu arada ülkede Taliban tekrar güçleniyordu. ABD Taliban ile görüşmeye başladı. Taliban ABD'ye bir daha El Kaide'nin ülkede yuvalanmayacağına dair söz verdi.ABD 2001 de anlaştığı Muhalif Afgan Kabileleri yüzüstü bıraktı. Trump sonrası Biden geldi. ABD askerleri Afganistandan tamamen çekildi ve Taliban ülkeyi tekrar ele geçirdi. 2001-2021 yılları arasındaki Afganistanın bu kısa hikayesi ibret verici buluyorum. ABD işini görüp El Kaide'yi alt edene kadar Afgan muhaliflerin askeri ve istihbarati desteğinden faydalanıyor, işi bitince kendisine yardım eden ve demokrasi hayali kuran halkı yalnız bırakıyor. Bu yazım Amerikan sevicilerine ve hayranlarına gelsin. Tabi anlarlarsa. Amerika tıpkı nehri geçmek isteyen bir akrep gibidir. Balığın sırtına biner, nehri geçer, kıyıya varınca balığı zehirli iğnesiyle sokar. Ülke olarak dahili ve harici akreplere karşı uyanık olmalıyız. Bu vatan hepimizin!
1 Kasım 2023 Çarşamba
Tarım
İşte size Cumhuriyetin ilk yıllarından bir Köy Enstitüsü diploması. Şu derslere bakın. Vakti zamanında köylümüz entellektüel ve mesleki anlamda mükemmel eğitiliyormuş. " Köylü milletin efendisidir " lafı boşuna söylenmemiş. Bir toplumun en önemli ihtiyacı gıdadır. İsterseniz bankanızda bir milyar dolarınız olsun. Yada modern kentlerde herkesin refah seviyesi ve kazandıkları para yüksek olsun. O kente gıda girmedikten sonra siz oturup kalın cüzdanınızdaki banknotları yiyemezsiniz. Aç kalırsınız. Gıda ise tarım ve hayvancılıkla sağlanır. Bunun arkasındaki emek ise köylüye aittir. Genç cumhuriyetimiz bunun önemini kavramıştı ve köylümüzü el üstünde tutup onlara mükemmel eğitim verip donanımlı birer yurttaş haline getiriyordu. Sonra biz bir yerlerde hata yaptık. Tarımı değersizleştirdik, köylüyü çıkmaza ittik. Köylerden şehirlere göç oldu. Ağır nüfuz yükünün altına giren şehirler kambur, çirkin kaotik bir hale büründü. Artık kimse tarım yapmak istemiyor. Sizi temin ederim tarım gücünü kaybetmiş bir Türkiye için bu durum ülkemize akın akın gelen mülteci meselesinin de önünde olan bir beka sorunudur. Yakın gelecekte aç kalabiliriz. Birde doğamızı yok ediyoruz.Zaten dünyamız böyle giderse doğasını kaybdecek yada yaşanacak bir nükleer savaşla küresel bir çevre felaketi yaşanacak. Tarım yapacak alanlar toptan yok olacak ve biz dünyalılar aç kalacağız. Bilim devreye gilecek ve yemekler yerine tatsız gıda haplarıyla besleneceğiz. Torunlarımız lezzet, tat denen kavramları unutacaklar. Bilimi seferber edip küresel çevre krizi sonucu yok olan tarım alanlarının küçük de olsa bir kısmını eski dünyadaki gıdaların hasatını alabilmek için ıslah etmeye çalışacaklar. Kulağa bilimkurgu gibi gelse de bu felaketin önüne geçebiliriz. Devletleri yenilenebilir enerjiye geçirmeli, nükleer savaşlara engel olmalı ve en önemlisi tarımı ön planda tutmalıyız. Torunlarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak hepimizin vazifesidir.