30 Haziran 2014 Pazartesi

BEYAZ PERDENİN 2014 MODEL KAHRAMANLARI


Geçen hafta vizyona giren Transformers Kayıp Çağ filmiyle geçen bahardan beri süren sinema salonlarındaki süper kahramanlar furyası şimdilik sona erdi. Bende hepsini biriktirdim aklımda kalanlarla toptan bir değerlendirme yaptım. Bu tarz Hollywood filmleri izleyiciye derin olmayan masalsı anlatılarmış gibi gelse de şöyle bir alıcı gözle baktığımızda aslında senaryolarının gündemden izler taşıdığını ve topluma önemli mesajlar verdiğini görüyoruz.

X MEN: GEÇMİŞ GÜNLER GELECEK

Özel efektleriyle, aksiyon sahneleriyle, konusuyla bence serinin en güzel filmiydi. X-Men’ de insanların görünüm, duygu olarak kendileriyle aynı olan fakat bir takım özel güçlere sahip mutantları dışlaması ve aralarında ki amansız mücadele anlatılır. Yani ötekileştirme… Ancak bu filmde İnsanoğlunun 1970 lerde mutantları yok etmek amacıyla tasarladıkları robotların Yer yüzündeki mutantları yok ettikten sonra baskın olmayan mutant geni taşıyan kendi yaratıcıları insanları da fişleyip avlaması sonucunda Dünya’ nın ve insan ırkının sonu geliyor. Geleceğin harap dünyasında hayatta kalmış bir avuç mutant son umut olarak Wolwerine’ e zamanda yolculuk yaptırarak her şeyin başladığı 1970 lere gönderiyor… Bu filmde ötekileşme konusundan farklı olarak bir tarafın öbür tarafı yok etmek için yarattığı Frankeştayn’ ın sonunda bumerang gibi dönüp yaratıcısını da vurabileceği konusu işlenerek aslında günümüz dünyasında Ortadoğu da meydana gelen gelişmelere göndermede bulunuyor…

KAPTAN AMERİKA: KIŞ ASKERİ

İkinci dünya savaşında Nazilere karşı savaşan Kaptan Amerika’ nın buzullara çakılan uçağının enkazı yarım asır sonra keşfedilir. Gözünü açtığında her şeyin 60 küsür yıl ileri gittiği bir dünyada bocalarken bir yandan da SHIELD’ in içine sızmış Hidra ile savaşır. Filmden en aklımda kalan sahnelerden biri şuydu. Cezayir asıllı Fransız vatandaşı teröristin kaçırmış olduğu gemiye rehineleri kurtarmak için Kaptan Amerika önderliğindeki birliklerin yaptığı gece yarısı baskını sahnesinde Mavi Marmara olayından oldukça esinlenilmiş…

ÖRÜMCEK ADAM 2

Oscorp şirketinde çalışan Hintli Mühendis Max, kimsenin fark etmediği silik bir tiptir. Bir gün geçirdiği kaza sonucu etrafındaki tüm elektrik kaynaklarını ölümcül bir şekilde kullanabilen Elektro’ ya dönüşüyor ve New York şehrini terörize ediyor. Örümcek Adam hem ona karşı hem de çocukluk arkadaşı Oscorp Şirketinin sahibi Harry Osborn’ a karşı savaşıyor. Oscarlı aktör Jamie Foxx arıza Max karakterini mükemmel oynuyor. Times meydanında Elektro ile Örümcek Adam’ ın karşı karşıya geldiği sahnede canavarlaşarak Elektro’ ya dönüşen Max etrafta toplanmış binlerce kişinin kendisine baktığını ve dev ekranların onu gösterdiğinin farkına varınca, “ İnsanlar bana bakıyor, fark edildim, fark edildim… “ dediği sahnede günümüzde sosyal medya vasıtasıyla yaşanmakta olan fark edilme, görünme çılgınlığına göndermede bulunuyor…

ROBOCOP

Yönetmen Paul Verhoeven’ in 1987 tarihli kült filmi başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarılmış. Ölümcül yaralar almış memur Alex Murpy OCP şirketinin bir projesi olarak yarı insan yarı robot olarak Detroit sokaklarında, kendisine yüklenen program ve bilinçaltında kalmış anıları arasında git geller yaşayarak kötüleri etkisiz hale getiriyor. Çıkış noktası ilk yapımla aynı olmakla beraber özgün bir film ortaya çıkmış. Film süresince güvenlik güçlerinin yozlaşmadan muaf makinelerden mi yoksa duygulara sahip insanlardan mı oluşması gerektiği tartışması yapılıyor.

TRANSFORMERS KAYIP ÇAĞ
Bence serinin en güzel filmi halen ikincisi… Chicago şehrinde ki savaşta decepticonlar yenilgiye uğratılmış ve Dünya kurtarılmıştır. Ancak insanlar robotların kendileri için tehdit oluşturduğu kanaatine varmışlar ve müttefikleri autobotlar için cadı avı başlatmışlardır. Mark Whalberg, Teksas’ ta ki tamirhanesinde yedek parçalarını satmak için aldığı hurda kamyonun Optimus Prime olduğunun farkına varıyor. Ona yardım ettikten sonra kendini ve ailesini de bu cadı avının içinde buluyor. Optimus Prime ve tekrardan toparladığı Autobotları, insanları kandırıp bu cadı avını organize eden uzaydan gelen robota karşı ve Chicago savaşından sonra özel bir şirketin laborotuarlarında  decepticonlardan geriye kalan enkaz parçalardan tersine mühendislikle üretilmiş kontrolden çıkan robotlara karşı tekrardan dünyayı kurtarmak için savaşıyorlar. Özel efektler harika, savaş sahneleri müthiş ama bence aşırı kullanıldıkları için filmi boğuyor. Filmin en çarpıcı diyaloğunda Optimus Prime,” Türünüzün yaptığı hatalardan daha kaçımızı feda etmek zorunda kalacağız?” diye Whalberg’ e soruyor. Oda, “ İnsan olmayı ne zannediyorsun? Hatalar yaparız ve bazen o hatalardan inanılmaz şeyler çıkar…” diye cevaplıyor.

27 Haziran 2014 Cuma

Anlatabilmek, Anlayabilmek


Yıllar evvel. Madrid' de maraton seyahatlerimden birindeyim. Madrid en sevdiğim şehirlerden biridir. Birbirleriyle uyumlu mimariye sahip binaların sıralandığı alabildiğine geniş caddeler sizi muhakkak bir meydana ya da geçide çıkartır. Her bir meydan da ayrı bir tarih, ayrı bir hikaye… Oldukça güzel planlanmış bu ferah şehirde keyifle saatlerce sıkılmadan yürüyebilirsiniz. Orada yüzyıl, iki yüz yıl önceki binalar halen muhafaza edilmiştir ve ikamet edilmektedir. Bu oldukça hoşuma gitti. Başka bir hoşuma giden konu İspanyolların tarihlerinde yer etmiş asker, bilim adamı vs. isimlerinin caddelere verilmiş olması ve ülkenin değişen siyasi ikliminden etkilenmeksizin bu isimlerin her daim muhafaza ediliyor oluşu. Bir akşamüzeri yürümekten bitap düştüğüm ve karnımın zil çalmaya başladığı dakikalarda gözüme bir bakkal çarptı. Hemen içeri daldım tabi. Bildiğiniz bizdeki ufak bakkallardan. Sahibi altmışlı yaşların sonunda ihtiyar bir Çinli… Hani bu,” Bir gün bir Türk ve bir Çinli Madrid’ de karşılaşmış… ” diye başlayan fıkra gibi bir şey. Amcam kasanın ardında, beni görünce gözlüklerinin ardında ki çizgimsi gözleri daha da bir ufaldı, ön iki dişi dudağının altına sarktı ve zayıf çenesiyle yeri göstererek vücut diliyle kibarca “ hoş geldin” dedi. E, bende kör topal İspanyolca var “ hola” dedim seyrelmiş gri saçlarını geriye doğru taramış ihtiyara. Cevap aynen şu: Yaşları ne olursa olsun bünyelerinden hiç kaybetmedikleri Uzakdoğululara has çevikliğiyle oturduğu sandalyeden ayağa fırladı ve yüzündeki o kendine has dostane, ifadenin derecesi biraz daha arttı, sevimli yüzü buruşarak mahcup bir hal aldı. Kendi kendime “Hah Onur, ya bu amcayla anlaşacaksın ya da aç kalacaksın! “ dedim. Yahu zaten memleketin Adana kebabına, İskenderine, İnegöl köftesine daha iki günde hasret kalmışım. E, buralarda her yer jamon, her yer de jamon! Neyse ben basit bir iki cümleyle isteklerimi sıralıyorum. İhtiyar dan, “ que? “  (ne?) şeklinde cevap alıyorum. Olsun bu da önemli bir gelişme. Azmedip, sonunda derdimi anlatıyorum ve aç kalmaktan kurtuluyorum. İhtiyarla vedalaşıp mütevazi dükkanından ayrılıyorum. Gün batımında kaldırımlarda belli aralıklarla bulunan ağaçların üzerindeki kuşlar cıvıldarken, banka çökmüş turuncuya boyanmış binaları, sokağı, evlerine giden insanları seyrediyorum. Bir yandan bacaklarımı kaldırıma doğru uzatmış ayaklarımdaki karasuları defederken, bir yandan karnımı doyuruyorum. Huzurlu bir an… Aklıma geliyor, “ Yahu adamcağızın lisana hakim olmadığını anladığın halde (e sende sular seller gibi konuşmuyorsun) niye bu kadar resmi olması için uğraştın? Hani raflara biraz göz gezdirsem, istediğimi seçip Çinliye göstersem belki çok daha rahat anlaşabilirdik. Tıpkı onun beni karşılarken yaptığı vücut diliyle anlaşmak gibi. Ya da başka türlü. Ama anlaşabileceğimiz, rahat diyalog kurabileceğimiz bir şekilde… Hani bazen bir bakış bile çok şey anlatır. Bu olaydan yıllar sonra hayatımda dönüm noktası olan, hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim bir büyüğümle karşılaştım. İlk kez... Benimle tokalaşması ve gözlerimin içine bakması iki bilemedim üç saniye sürdü. Ama inanın orada onunla iki ay konuşmuş gibi oldum. Anlatabilmek. Bazen bir bakışla, bazen birkaç kelimeyle… Anlayabilmek. Bazen karşındakinin duruşundan, bazense bakışından…

Gezi desem? Şimdi ne alaka demeyin. Anılar bizde duyguları açığa çıkartır. Duygular; tıpkı bir flütten etrafa yayılan neşeli ya da hüzünlü notalar gibi. O sedayı ortaya çıkartan nefes gibidir anılar. Anı olmadan duygu da olmaz. Kentlerin de anıları vardır. Kentlerin anıları; orada yaşanmış, yaşamakta olduğumuz her birimizin anılarının sinip bir birine karıştığı, simge haline gelmiş olan tarihi binalar, mahalleler, parklar. Evet artan nüfusla birlikte son teknoloji ürünü yüksek binalardan oluşan yapılaşmalar kaçınılmaz oluyor. Bu bir gerçek, bunu bir tarafta tutmamız gerekiyor.  Değişen çağ ve giderek kalabalıklaşmamız nedeniyle kentlerin çehresi değişiyor. Ama her ne olursa olsun sözünü ettiğim bu simge mekanlar ve yapılarla kentler özlerini korur. Bunlar kentlerin adeta DNA sıdır.

Gezide ilk başta biraz yukarıdaki paragraftaki duygulara sahip insanlar, birazda anlaşılamadıklarını düşünen insanlar parka gittiler. (Masumane başlamış tepkide, olaylar çığrından çıktıktan sonra ortalığı yakıp, yıkanları ya da işi siyasi ranta çevirmek isteyenleri bunun dışında tutuyorum.) Maalesef sabaha karşı çadırlara yapılan müdahale ve sonraki saatlerde uygulanan orantısız güç sonucu olaylar kontrolden çıktı ve istenmeyen şeyler oldu. Nasıl ki iki ay sonra griye boyanmış merdivenleri, tekrardan rengarenk yapmak için harekete geçen binlerce kişi oraya gelmeden önceki gece yarısı belediye ekipleri apar topar rengarenk boyayıp eski haline getirdiyse aynı mantaliteye Gezi de de sahip olunsaydı ben üzücü olayların yaşanmayacağını düşünüyorum. Karşımıza yine anlatabilmek ve anlayabilmek ikilisi çıktı…

Avrupa’ da yüzlerce sene evvel yapılmış binalar hiçbir şey olmamış, kale gibi dururken bizde kırk sene önce yapılmış binaların deprem riski taşıyor oluşu can sıkıcı bir durum. Kentsel dönüşüm furyası yaşıyoruz. Dönüşüyoruz, değişiyoruz… Ama en azından yenilediğimiz binalar yüzlerce sene ayakta kalacak nitelikte olmalı. Ve bu dönüşüm olurken kentlerimizin anıları, anılarımız muhafaza edilmeli. Yani simge mekanlar ve yapılarla oynanmadan, kentlerin DNA sının değiştirilmeden bu işin yapılması gerektiğini düşünüyorum.

23 Haziran 2014 Pazartesi

BEN ROBOT


İsaac Asimov’ un efsane bilim kurgu romanı.  Hani meşhur üç yasası vardı;

1-Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
2-Bir robot birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3- Bir robot birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendinin zarar görmesine izin veremez.

Acaba git gide robotlaşıyor muyuz? Yıllarca farkında olmadan programlanmış ve programlanıyor olabilir miyiz? Şu an özgür irademizle yaptığımız tercihleri ya biz yapmıyorsak ve bunun farkında bile değilsek? Düşüncelerimizin ne kadarı bize ait? Sübliminal mesajlar içeren filmlerden, duyusal pazarlama tekniklerinden bahsediyorum.

Yorucu bir iş günüydü, evdi, çocuklardı, akşam yemeğiydi derken nakavt olmuş bir vaziyette televizyonun karşısında ki koltuğa kaykılıveriyoruz. Kumandanın tuşuna dokunuyoruz ve siyah ekranda görüntüler akmaya başlıyor. Dizi, reklam ya da macera filmi… Yavaşça gevşiyoruz. Zayıflamış, yarı uykulu bir bilinçle beynimizi bir musluk gibi akan görüntülere açıyoruz. Peki o görüntülerde neler olabilir?

Sübliminal Mesaj
Sübliminal görüntüler ilk olarak 1957 yılında Amerikalı reklamcı James Vicary tarafından kullanılmış, sonrasında Sapık’ ta  Hitchock, Dövüş kulübün’ de Fincher ve bir çok korku filmi yönetmeni sekansların etkisini güçlendirmek amacıyla kullanmışlardır. Olayın mantığı şöyle: Sübliminal görüntüler izlediğimiz film içinde o kadar kısa bir an görünüyorlar ki, göz bunları algılamıyor. (Saniyede 24 kare olması gerekirken 50 kare olan filmler. Gözümüz24 kareyi görüyor) Yani görmüyor muyuz? Kocaman bir hayır. Çünkü görme işlemini sadece gözümüzle değil beynimizle de yapıyoruz. Gözün algılayacak vakti olmasa da beyin onları “görüyor”. Yani farkına bile varmadığımız mesajlar bilinç altımızı programlıyor.

Duyusal Pazarlama
Aslında bunun temeli FMRI yani İşlevsel Manyetik Rezonans Görüntülemeye dayanıyor. Bu bir beyin tarayıcısı. Uyarıldığında oksijen tüketimi yapan nöronların monitörde renkli  olarak yansıtılıyor.( Görsel kortekste yanan voksel adındaki binlerce küçük bölge) Her bir görüntü, farklı bir duygu ve bunlar beynin farklı bölgelerini harekete geçiriyor. Böylece görüntüleri beyinsel bir haritayla ilişkilendirmek mümkün oluyor. Yani tarayıcıya girmiş kişinin düşünceleri ekrana yansıtılabiliyor!

Tarayıcıya giren deneklerin çoğunluğu Coca-Cola ‘ yı tercih ettiklerini söylemelerine rağmen beynin Pepsi’ ye daha çok tepki verdiğini tespit edilmiştir. Buda reklam kampanyalarının aslında organizmalarımızın tercihi olan ürünü değil de diğer ürünü tercih ettiğimize bizi inandırabilme potansiyelini ortaya koyuyor. Artık reklam kampanyaları bu teknolojiden faydalanarak duyusal pazarlamayı geliştirmeye yönelik çalışmalar yapıyorlar. Doğrudan bilince etkiyen beynin satın alma sürecini tetikleyen reklamlar…

Yıllardan beri televizyon, bilgisayar, telefon ekranlarından maruz kalınan görüntülerle ve seslerle farkına bile varılamamış bilinç programlanması. Şiddet içerikli film ve bilgisayar oyunlarıyla yetişen yeni nesil. Acaba bunlar her gün etrafımızda meydana gelen zorbalıklara artık gerektiği gibi tepki veremiyor oluşumuzu, İskandinavya’ da katliyam yapan Brevik’ lerin, Montreal’ de okulda dehşet saçan eli silahlı gencin ya da şu günlerde konuştuğumuz IŞİD’ in yaptığı toplu katliamların psikolojisinin oluşmasında ne kadar etkin?
Galiba kendi yarattığımız teknolojiyle farkında olmadan robotlaştık, robotlaşıyoruz. Duygularımızı, bizi insan yapan değerleri, özgürce karar verme yeteneğimizi kaybediyoruz. Ancak burada Asimov’ un robot yasalarının bile geçerli olmadığı tehlikeli yeni bir tür var. Niye mi? Yasaları bir daha sıralayalım uyup uymadığımıza siz karar verin…

1-Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
2-Bir robot birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3- Bir robot birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendinin zarar görmesine izin veremez.

E SENDROMU


Aslında bu yazıyı, Fransız yazar Franck Thilliez ‘ in E Sendromu isimli romanında anlatılan bilimsel konulardan yola çıkarak oluşturdum. Michael Crichton, Dan Brown tarzı  bilimsel fona sahip macera, aksiyon, polisiye romanlarından hoşlanıyorsanız bu kitabı tavsiye ederim. Geçtiğimiz ay Pegasus yayınlarından  piyasaya çıkan E Sendromu bence bu yazın en iyi polisiyelerinden. Tuhaf bir film izledikten sonra görme yetisini kaybeden arkadaşının yardımına koşan dedektif Lucie ile bir cinayeti araştıran dedektif Sarko’ nun kaderi Kahire’ den, Kanada’ ya uzanan insanlık tarihinin seyrini değiştirmiş, korkunç bir suçun sır perdesinin aralanacağı tehlikeli bir macerada kesişiyor.

20 Haziran 2014 Cuma

BEST MODEL


Irina, Gisele, Adriana… Benimle polemiğe girmeyin! Korkudan titreyin. Çünkü podyumu kaptırmak üzeresiniz. Best Model Selin’ le tanışın…
Şimdi “Alemsin Onur, kızın model olacağını nereden çıkartıyorsun ?” diye soracaksınız. E, herhalde bizimde bir gözlemimiz var, İşkembe i kübradan sallamıyoruz. Bakın yeğenim diye söylemiyorum hanımefendide harikulade bir enerji var. Göz göze gelip de o karşı konulamaz çekime kapılmamak mümkün değil. Kameralar karşısında gayet rahat ve inanılmaz fotojenik. Buyrun aşağıdaki fotoğrafa bakınız.
 
Ne zaman televizyonda bir manken belirse bizimkinin gözleri fal taşı gibi açılıyor, emziği atıveriyor ağzından ve ekrana kilitleniyor. Kız cin gibi daha şimdiden mankenlerin yürüyüşünü analiz ediyor. Peki enternasyonel podyumlarda boy göstereceğini nereden çıkarıyorum? İngilizceye bayılıyor. Kız geniş düşünüyor. Onunla ne muhabbetler yapıyorum, inanılmaz hoşuna gidiyor. Zaten aceleci bir yapısı var, on gün erken geldi. Hani utanmasa konuşmaya başlayacak haspam. Şimdilik ınna, ınnaa diyor ama ben onu gayet iyi anlıyorum. Bazen bir bakış bile çok şey anlatır…

Peki ya fiziği? Taş gibi bir vücuda sahip olacağı daha doğumunun sabahında belli oldu. “ Seninle Avrasya Maratonlarına mı gitcez, koşarak boğaz köprüsünden mi geccez? “ sorum karşısında kız gözünü açmasın mı? Sportif olacak besbelli. O da amcası gibi maratoncu olacak. Taytıllar şimdiden ikiledi. İyi mi! Rüzgarın Kızı Best Model Selin. Hani milleti bilmem ama ben ona kısaca RKS ya da BMS olarak da hitap edeceğimi düşünüyorum. Kendisi bu seneki yarış için pusette de olsa bayağı bir arzulu ama anneye, babaya bir sormak lazım…
Kıyafeti üzerinde taşıyor be kardeşim. Ve son olarak çok ama çok cool. Haksız mıyım?

16 Haziran 2014 Pazartesi

FAKİR GENCİN HİKAYESİ


Önümde uzayıp giden sıranın en arkasındayım. Onlarca metre ötede sıranın sonunda boş bir sahne. Sahne önü kalabalık.  Herkeste heyecanlı bir bekleyiş.  Derken ışıklar yanıyor ve müthiş bir alkış kopuyor. Solumdan ben diyeyim Malkoçoğlu, siz deyin Kara Murat, öbürü desin komiser Şahin geliyor. Yüz yıllık Türk Sinemasının elli yılına damgasını vurmuş, emeğini vermiş efsane isim Cüneyt Arkın. Türk sinemasının kahramanı babalar gününde oğullarıyla beraber Bursa Anatolium’ da keyifli bir söyleşi yapıyor. Gençlere verdiği güzel mesajların arasında anlattığı komik anılarıyla güldürüyor. Oğlu bir ara: “ Fazla uzatmayalım yorgunluk olmasın” diyor. Cüneyt Arkın’ ın salonu inleten “ Nayııır, Malkoçoğlu norulmaz!” cevabıyla kahkaya boğuluyoruz. Üstat ışıltısından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş. Söyleşi sonrası kendisiyle tanışma ve kitabını imzalatma fırsatı buluyorum ve çok mutlu oluyorum. Kendi hatıralarından kaleme aldığı Fakir Gencin Hikayesi kitabı.
 

Filmlerimde zalimin karşısında ezilen yoksulun, hakkı yenenin yanındaydım hep… Güçlü, yiğit, cesurdum. Emeğin, alın terinin yanındaydım. Başıma gelecek belaları umursamadan, durmadan horlanan, hakkını arayamayan halkımın acılarını paylaşıyor, yenilmez görünen büyük, acımasız güçlerle ölümü göze alarak savaşıyordum.

Cömerttim, insan aşığıydım…

Yılmaz cesur bir savaşçıydım. Ordular bozuyor, kaleler fethediyordum.

Peki filmlerimde böyleydim de, özel hayatımda aynı doğrucu, halkını yurdunu seven insan mıydım? Halkıma ne kadar dürüst davrandım?

Hayatım boyunca, kendime bunları sordum, kendimle hesaplaşıp durdum.

KIŞ UYKUSU
 
Nuri Bilgi Ceylan’ ın Altın Palmiye kazanan Kış Uykusu filmi nihayet vizyona girdi. Filme bayıldım. Kapadokya’ nın büyüleyici atmosferinde inanılmaz bir görsel şölen ve sizi ele geçirecek dramatik bir hikaye. Böylesine olağan üstü bir eser ortaya koydukları için başta Nuri Bilge Ceylan’ a, oyunculara ve emeği geçen herkese teşekkürler. Peki film nasıl?
Kış uykusu,  edebiyatın sinemalaştığı bir film. Farklı dünya görüşlerine sahip karakterlerin birbiriyle çarpışan ucu açık monologları seyirciyi filmin içine çekiyor. Birbirini takip eden zengin metinleri ister istemez zihniniz yorumlamaya başlıyor ve filmin bir karakteri haline geliyorsunuz. Harikulade oyunculuk ve Anton Çehov’ dan esinlenilerek yaratılan öyküler bu etkiyi en üst seviyeye çıkarıyor. Uzun ve ağır akan sahneler kimileri tarafından eleştirilse de ( Filmin öyle güzel bir ritmi var ki uzunluk göze çarpmıyor. ) aslında bu büyüleyici bir görsellik sunuyor. Bu filmin etkisini arttıran bir başka önemli etken.  Uzunluk demişken üç saat on altı dakikalık filmin iki yüz saatlik çekimden çıktığının altını çizmek lazım!
Aydın Bey ( Haluk Bilginer ) varlıklı ve iyi eğitimli biri. Gençliğini tiyatro alanında bir türlü yapamamış olduğu çıkışı kovalarken ve Kapadokya’ da babadan kalma oteli işletirken harcamış. Kibirli, insanları küçük gören bir yapısı var. Yüzeysel baktığı için olayların derinliğini ıskalayan karşı tarafla empati yapmaktan yoksun bir karakter. Mutlu değil. Her şeye sahip olmasına rağmen icraya verdiği yoksul kiracısı Hamdi hoca kadar bile mutlu olamayan Aydın kafayı ona takıyor. Onu eleştirmeye başlıyor. Bir cami hocasının nasıl giyinip kuşanması, oturup kalkması, davranışları hakkında… Onu ve günlük hayatta karşılaştığı diğer olayları eleştirdiğini düşünürken aslında farkına varamadığı veya görmezden geldiği kendi yanlışlarıyla ve altı boş olan hayatıyla hesaplaşıyor. Aynı evde fırtınalı bir ilişki yaşadığı genç karısı Nihal ( Melisa Sözen ) ve yeni boşanmış sıkıntılı kız kardeşi Necla ( Demet Akbağ ) ile sonu gelmeyen tartışmalar yaşıyor. Nuri Bilge Ceylan bu ailenin mutsuzluğunun fotoğrafını çekerken, bireyden topluma analiz yaparak yaşadığımız kültürdeki unuttuğumuz ya da unutmaya başladığımız insani değerleri vurguluyor.

13 Haziran 2014 Cuma

BAŞARI


Başarı. Hayatımızın her anında karşılaştığımız, ama doğru ama yanlış mutluluğumuzu endekslediğimiz bir kavram. Derslerde başarı, işte başarı, hayatta başarı… Basit şekilde ele alacak olursak hedeflenen noktaya ulaşılmasıdır başarı. Sistem bazen karşımıza eşik noktasını kendi koyar. En azından İlerleyebilmek, tutunabilmek için o minumum eşiği geçmek zorunda kalırız. Bence yerine göre buda önemli bir başarıdır. Tabi ki tatmin olmamız belirlediğimiz hedefleri gerçekleştirmemizle  ya da öngörülen bir zaman diliminde o hedefe varabilecek potansiyeli kendimizde buluyor olmamızla da ilgilidir.

Başarı için hedef koymak gereklidir. Sağlıklı bir hedef ise kendini iyi tanımaktan geçer. Mevcut yeteneklerinizin kolaylıkla başarabileceği hedeflerden ziyade kendinizi değiştirip, geliştirebileceğiniz hedefleri seçmek daha yararlıdır. Bununla birlikte moral, güven, istikrar kazanma yolunda kolay hedeflerde kendi içlerinde değerlidir. Yönü belli olmayan gemiye hiçbir rüzgarın faydası olmaz. Yönümüzü amaç ve beklentilerimiz doğrultusunda belirlemeliyiz. Yolculuk ve yolculuğumuz öncesi  hazırlık stratejimizi iyi yapmalıyız. Başarı, hedef ve hazırlık. Doğru bir hazırlık süreci hedefe varmanın en önemli unsurlarından biridir. Koyulan nice hedefler hazırlık sürecinin hemen başında pes edilmesiyle gerçekleşmeyen hayaller hurdalığında çürümektedir. Kararlılık. Bu sizi yolculuğun her aşamasında oyunda tutar. İşler iyi gidebilir, kötü gidebilir, beklenmedik aksilikler çıkabilir… İşte kararlılık bu gibi durumlarda ayaklarınız devam etmese de, zihniniz dur dese de, gönlünüz pes etse de (Bakın gönül dedim. Öyle bir an gelir ki o bile pes edebilir! ) sizi yolda tutan otomatik pilottur. O refleksi gösterebilen bünyelerin durdurulması çok zordur… Bu hedefinize karşı konan her taşa, tüm kısıtlamalara karşı içinizden isyan eden vahşi bir ruhtur. Ortaya konan karakterdir. Bunun genelde bireylerin yaratılışlarıyla ilgili olduğu düşünülse de ki büyük oranda doğrudur. Ama çok önemli bir nokta gözden kaçmaktadır. Kişisel motivasyon veya neden. Varmak istediğimiz yerin, yapmak istediğimiz işin, olmak istediğimiz şeyin niçinine gerçekten sahipsek ve buna inanmışsak işte bu kişisel motivasyonlar bünyede doğal bir doping etkisi yapar. Enerjimizi her anlamda üst seviyeye çıkartır. Bu olayın duygusal boyutudur. Bazen mantığımızın kavramadığı, hayretler içinde kaldığımız, niye sorusunun altını bir türlü dolduramadığımız başarıların altında yatan gerçek budur. Yani yaratılışımız nasıl olursa olsun keşfedilmeyi bekleyen nedenlerimiz bizleri arzu ettiğimiz yerlere taşıyacaktır. Benim yaradılışım böyle, şu konuda yeteneğim kısıtlı, başaramam bahanelerine sığınmadan nedenlerimizi bulmalı ve hedefe doğru yol almalıyız. Kaybetmekten korkmamalıyız. Her hazırlandığımız, başladığımız yolculuğun finişini göreceğiz diye bir kural da yok. Başaramadığımız günler de olabilir. Benim gözümde kaybetmek, hiç sahaya çıkmamaktan çok daha değerlidir.

DÜNYA KUPASI

Zaman su gibi aktı, en büyük futbol fenomeni geldi çattı. Otuz iki takım, bir kupa ve dünyanın kalbi Brezilya’ da... Başarı, yolculuk demişken kimi takımlar bu turnuvada yer alarak çoktan hedeflerine ulaştı, acaba daha iyisini yapabilir miyizin peşindeler. Kimileri daha önce defalarca denedikleri ama başaramadıkları bir ilkin peşindeler. Kimileriyse kaldırdıkları kupayı bir kez daha kazanarak tarihteki yerlerini parlatarak taraftarlarını, ülkelerini mutlu etme peşinde…   Bazen saha dışında gelişen görmek istemediğimiz tatsızlıkları bir tarafa koyacak olursak sporun toplumları birleştirici gücüne ve gençleri olumlu yönde etkileme gücüne çok inanıyorum. Bakın bu konuda Arsenal’ i 1996 yılından beri çalıştıran ve önemli başarılar kazandıran Arsène Wenger şöyle diyor:Onlarla konuşmadan duygularınızı gösterebilirsiniz. Hayatımın bir döneminde onunla hiç konuşmamama rağmen Rus birinden çok önemli tavsiyeler aldığımı hatırlıyorum ve aynı duyguları paylaşıyorduk. Benzer şekilde hiç konuşmadan biriyle dans edebilir ve aynı frekansı tutturabilirsiniz çünkü müziği hissediyorsunuzdur. Spor, bu açıdan şahane bir şey. Kelimelerle iletişim  kurmak zorunda kalmadan insanların duygularını paylaşmasına izin verir. Bu yolla spor, dünyanın nasıl bir arada yaşayabileceğini gösterir. Yarının dünyasında artık daha fazla birlikte yaşamak zorunda kalacağız ve futbol gibi sporlar, toplumun lehine kullanılabilir.”  Bu futbol şöleninde herkesin hedeflerine ulaşması ya da yaklaşması, güzel futbol seyretmek, eğlenceli vakit geçirmek, ama her şeyden önemlisi fairplay görmek dileğiyle…

9 Haziran 2014 Pazartesi

YETİŞ HİDROMAN

Güneşli, sıcak bir pazar günü.  Çıfıt çarşısını andıran bir odada bilgisayar ve  karşısında bornozlu bir adam. O benim. Peki ne mi yapıyorum? Yazı yazmaya çalışıyorum.  On dakika kadar önce bunu yapmak aklımdan bile geçmiyordu. Yol yorgunluğumu ve mega kentin üzerime sinmiş olan karmaşa ve kirliliğini alacağım buz gibi bir duşla geride bırakmayı umuyordum. Gel gelelim musluğu çevirmemle tepemdeki duş başlığından dostlar alışverişte görsün kıvamında akmaya başlayan suyun kesilmesi birkaç saniye bile sürmüyor. Yukarıdan, aşağıya doğru incelerek akan su benim serinleyip ferahlama hayallerimle beraber kaybolup gidiyor. Kafa birden Atatürk köşkünün de bulunduğu Yalova Termal Kaplıcalarının yanındaki Gökçe barajına gidiyor. Zihnimde Discovery Channel’ da Mega Yapılar programında devasa inşaatların her gün çekilmiş fotoğraflarının art arda konmasıyla birkaç saniye içinde temelden gökyüzüne uzanmaları sahnesi beliriyor. Yıllardır önünden geçerken yeşille, maviyi buluşturan manzarasına hayran kaldığım baraja ait seksenlerden başlayan görüntüler art arda gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Doksanlı yılların başında su sıkıntısı yaşayan İstanbul’ a bile takviye yapan Gökçe barajının suları yavaş yavaş çekiliyor ve sonunda kocaman kahverengi çamurdan çorak bir kratere dönüşüyor… Sonra aklıma dün Nişantaşı City Life’ da film arasında tuvaletteki lavaboların sadece birinden o da yetersiz debiyle akan su geliyor. Hemen ardından yazın yazlıkçılarla beraber nüfusu iki katına çıkan Çiftlikköy’ de geçen hafta işitmiş olduğum bir anonsu hatırlıyorum. Elektrik direğinin tepesindeki megafon  ses vermeden önce cızırdıyor, etrafta çınlayan ding, dong, dong…. girizgahından sonra “  Duyuru. Yetkililerin yaptığı açıklamaya göre bu sene en kurak yaz mevsimini geçireceğiz. Suları boşuna israf etmemenizi önemle hatırlatırız. Zabıta ekiplerimiz balkonda yıkanmış halıları gördüğü takdirde cezai işlem uygulayacaklardır…” diye anons devam ediyor. Gülsem mi, ağlasam mı?  Evet, maalesef kapımıza gelip çatan kuraklıkla karşı karşıyayız. Belki de içinde bulunduğumuz tüketim çılgınlığı sarmalının en vahim sonucu susuzluk. Hani bu petrole, doğalgaza, paraya benzemez. Bu saydıklarım için savaş çıkıyorsa, su için kıyamet kopar! En nihayetinde sudan yani yaşam için en temel unsurdan bahsediyoruz. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım hangimiz suyun kullanımı konusunda israfa kaçmıyor ki? Susuzluğu yaşamaya başladıkça konuyla ilgili daha dikkatli olmaya başladığımızdan ve olacağımızdan şüphem yok. Ama bunun yüzleşeceğimiz kuraklık gerçeğinin bizlere yaşatacağı sıkıntıları bir nebze olsun hafifletmekten başka bir işe yaramayacağı ortada. O yüzden konuyla ilgili çok dikkatli olmalıyız. Hani “ Yetiş Hidroman!” diye bağırınca uçup gelecek, kollarından fışkırtacağı sularla barajlarımızı dolduracak bir süper kahraman da henüz icat edilmedi Hollywood’ da! Hımm, aslında bu hiç de fena bir fikir değil. Vakti zamanında Amerikalı çizerler şehirlerde artan suç ve bunların önlenmesi konusundan ilham alarak süper kahramanları yarattıklarına göre Hidroman de niye olmasın? Bizi kurtarsa kurtarsa bu saatten sonra o kurtarır…  #YetişHidromannnn !

ANDY WARHOL
İlham ve yaratmak demişken size şu günlerde İstanbul’ da ağırlamakta olduğumuz bir dâhiden bahsetmek istiyorum. Andy Warhol (1928-1987)  çoğaltılabilirlik ve yeniden üretilebilirlik teknikleriyle Amerikan Pop Sanatı’ nı yeniden yarattı ve öncüleri arasında yer aldı. Fikirlerin, insanların ve olayların metalaştırıldığı maddi bir dünyada Warhol her şeyi nesne statüsüne indirgeyerek, içerik ve formu önemsizleştirdi. Bunu çoğaltma ve yeniden üretme teknikleriyle başararak popüler, fani, harcanabilen, düşük maliyetli, seri imal edilen, genç, hazır cevap ve büyüleyici bir sanat üretti. Pop sanat: Sınırları belirsiz olan, çizgi roman, afiş, ambalaj, sinema, tv den ilham alan bir sanat. Marilyn Monroe’ yu bir Marliyn Monroe görüntüsüyle, Cambell’ s çorba kutularını, Cambell’ s çorba kutuları görüntüleriyle değiştiriyordu. Kamuoyu tarafından tanınan portrelerin fotoğraflarına tonlanmış geometrik düzlemler ekleyerek kontrast kattı ve kişiselleştirdi. Söz konusu olan artık bireyler ve nesneler değil onların görüntüsüydü. Slovak kökenli bir ailenin oğlu olarak önceleri garipsendiği, sonraki yıllarda eleştirdiği ama bir yandan da hayran olduğu Amerikan kültürünü yeniden yaratarak kendisi de 20. Yüzyıl sanatının en ikonik isimlerinden biri olan Andy Warhol’ un Pera Müzesindeki sergisindeydim. Gerçekten büyüleyici ve ilham vericiydi.  Warhol, galeri ve müzelerin her şeyi sanata dönüştürebileceğini biliyordu. Sanatın çeşitli dallarıyla ilgilenen, tüm provakasyonları ile izleyicinin ilgisini garantiye alan Warhol, sanatta Pazar mekanizmasının egemen olduğu bir dünyaya işaret etti.  İlgilenenler, yolu düşenler, merak edenler için Warhol 20 Temmuza kadar Pera Müzesinde.