27 Ekim 2015 Salı

OKÇU

Şehir stadyumunda yaptığım klasik sabah koşularından birindeyim. Sahada in-cin top oynuyor, bom boş tribünlerden sessizlik müthiş bir tezahürat kopartıyor ve ben de motivasyon tam gaz koşuya devam ediyorum. Sahayı çevreleyen pistte peşi sıra turlar atıyorum. Sonra tiz bir ıslık duyuluyor ve hemen ardından taak diye tok bir ses geliyor. Başımı sesin geldiği yöne doğru çeviriyorum. Bir daha oluyor.

-Fişuuuuvvv…

-Taak!!

Sonra bir kez daha oluyor.

-Fİşuuuuvvv…

Taak!!

Bu yüz metre ötede ki cinlerin atak yapmakta olduğu kale arkasından geliyor. Gözlerimi kısıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, bu arada koşmaya devam ediyorum. Pistin kavisini tamamlayıp karşıya doğru koşuya devam ediyorum. Öbür kale arkasına geldiğimde Üzerinde oklarla vurulmuş hedef tahtasını görüyorum. 50 metre kadar ilerde ise yayını aşağıya indirmiş, geçmemi bekleyen okçuyu görüyorum. Az evvel ki seslerin nedeni anlaşılıyor. Taburesine oturmuş dikkatli bir şekilde seri atışlar yapan okçunun yanından birkaç kez daha geçiyorum ve koşumu tamamlıyorum. Tribünden ceketimi alıp su içe içe yanına doğru yürüyorum ve ‘kolay gelsin antremanınızı izleyebilir miyim?’ diye soruyorum. Böylece 2004 Atina – 2008 Pekin – 2012 Londra Olimpiyat oyunlarında Ülkemizi temsil eden paralimpik sporcumuz Turan Mutlu ile tanışıyorum. Kendisi yaşamını spora adamış biri. Maraton, halter ve son olarak okçuluk… Oku alıyor, itinayla sol elinde tuttuğu yaya yerleştiriyor, geriyor, nişan alıyor ve hedefi tam 12 den vuruyor. Atışları arasında sohbet ediyoruz. Bu arada hedefin 12 den vurulmadığını okçulukta maksimum puanın yani o merkezin 10 puan olduğunu da öğreniyorum. Neyse… İki yıldır okçuluk yaptığını ve şuanda milli takım seviyesine geldiğini söylüyor. Önümüzde ki Avrupa şampiyonasını hazırlık yapıyor. Bu işin kondisyon gerektirdiğini  anlatıyor. Hem vücut ve mental anlamda… Zaten o makaralı 250 metre menzilli yayı elime aldığımda ‘kondisyonla’ neyi kastettiğini gayet iyi anlıyorum. O yayı tutup tek bir sefer gerip nişan almaya çalışmak bile inanılmaz zor. Ama o bunu defalarca tekrarlıyor, okları bittiğinde koltuk değneklerini alıp 50 metre ötedeki hedefe yürüyor. Onları hedeften çıkartıyor, geri geliyor ve tekrardan atışlara devam ediyor. Bu sporda ilerleyebilmek için yılların verilmesi gerekiyormuş ama kendisi çok kısa bir süre içinde Türkiye şampiyonalarında dereceler elde ediyor ve şimdiyse milli takımla beraber Avrupa Şampiyonasında yer almak istiyor.   Hayali ise Olimpiyatlarda halterden sonra bu sefer okçuluk disiplininde dördüncü defa ülkemizi temsil etmek. Her gün kendi imkanlarıyla bunun için çalışıyor. Kendi imkanlarıyla derken; normalde salonda kullanılabilen dışarda çalışırken en ufak bir rüzgarda karavanaya gidecek plastik oklarla antreman yapıyor. Üç tanesi 1500 lira olan oklar, 5500 lira olan yay ve diğer ekipmanlarla 10.000 lirayı bulan bir teçhizattan bahsediyorum. Sporcular kendi imkanlarıyla temin ediyorlar, kendi imkanlarıyla her gün bir şekilde yarışmalara hazırlanıp belli bir seviyeye geliyorlar.

Ben kendisiyle tanıştığım için çok mutlu oluyorum. Hayata bakış açısı, önemli olan neyle karşı karşıya olduğun değil ona nasıl tepki verdiğin diyen kararlı duruşu ve tabii ki muazzam başarıları karşısında inanılmaz etkileniyorum. Tekrar görüşmek üzere Turan Mutlu ile vedalaşıyorum. Karşıda ki bomboş tribünlere gidiyorum. Birkaç basamak tırmanıp çıkış kapısının önüne varıyorum. Dışarı çıkarken ardımdan bir

-Fişuuuuuvvv

Sesi daha geliyor. Bu arada inlerle cinlerin maçını Azim,Kararlılık ve İnanç kazanıyor. Tribünlerden yükselen sessizliğin tezahüratı tüm coşkusuyla devam ediyor. Galiba bir gün stadyumlarda binlerce seyircinin alkışını almanın, milyonlarca kişiye bir şekilde ilham olabilmenin yolu laf aramızda; şu bomboş tribünlerden gelen ‘sessizliğin çoşkulu tezahüratını’ defalarca dinlemekten geçiyor…


-Taak…

22 Ekim 2015 Perşembe

MARSLI

Toplantıyı bir basın ordusu takip ediyor. Kürsüde ki adam ‘başka sorusu olan var mı?’ diyor. Salonda bir uğultu kopuyor. Havaya kalkan eller birbirine karışıyor. Sonra herkes susuyor ve kalabalığın arasından bir ses geliyor;

‘İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?’

‘Hayır’

Diye cevaplıyor takım elbiseli adam. Yine bir uğultu kopuyor.
***
Geçen hafta sonu Başrolde Matt Damon’ ın oynadığı Marslı filmini izledim. Hikaye klasik.. Kızıl gezegende görev sırasında meydana gelen kaza sonucunda gerilim, tehlike ve ölümle burun buruna gelen astronotların yaşadığı dehşet dolu anları anlatıyor. Ama bence sezonun filmi! Yönetmen Ridley Scott; Çok satan ödüllü bir kitaptan, müthiş oynayan oyunculardan ve tabii ki patlamayı, çatlamayı, uzay araçlarını tüm o baş döndürücü aksiyonu taa burnunuzun ucuna sokan muazzam 3D efektlerle süper bir iş ortaya çıkarıyor. Bu teknoloji daha ne kadar ilerleyecek gerçekten merak ediyorum. Ben şahsen filmi izlerken kendimi resmen başrol oyuncusu gibi hissettim! O derece yani…

Konu kısaca şöyle. Mars’ da koloni görevi için giden uluslararası bilim adamlarından oluşan ekip görev sırasında ansızın kopan bir kum fırtınası sonucu bir arkadaşlarını kaybediyorlar canlarını zor kurtararak gezegeni terketmek zorunda kalıyorlar. Dünya’ da yer yerinden oynuyor, Mars görevinde hayatını kaybeden astronutun cenazesi kaldırılıyor. Gelgelelim uzay kapsülüyle paçayı kılpayı sıyıran arkadaşları kadar şanslı olmayan ve 55 milyon kilometre ötede törenle cenazesi kaldırılan Astronot Mark bir şekilde kazadan kurtulmayı başarıyor ve kızıl gezegende yalnız başına kalıyor. Kanamadan gidecek, önce karnında ki şarapneli çıkarıp yarasını dikiyor. Açlıktan ölecek, serada kendini idare edecek mahsül yetiştiriyor. Tüm iletişim cihazları pert olmuş, gidip 1996 yılında Mars’ da görev yapan pathfinder aracını buluyor. Kazıp yüzeye çıkartıp, çalıştırıp onun vasıtasıyla Dünya’yla iletişim kuruyor. Yalnız tüm bunlar olurken Matt Damon’ ın oynadığı Botanik uzmanı Mark Watney karakterinde; kendiyle ve içinde bulunduğu bunalımlı atmosferle dalga geçerken, tüm sorunlara zehir gibi çözümler geliştirip, asla pes etmeyen mücadeleci ve son derece keyifli bir portre çiziyor.  Tabii bunlar olurken aradan aylar geçiyor ve Mark hayatta olduğunu öğrenen NASA resmen Şoka giriyor.
Kapalı kapılar ardında NASA direktörü ve halkla ilişkiler sorumlusu durum değerlendirmesi yapıyor.

-Ne yani şimdi tüm Dünya’ ya ‘pardon aslında Mark ölmemiş, biz onu Mars’ da unutmuşuz mu’  diyelim?

-Biz oraya kurtarma ekibi gönderene kadar zaten ölür!

- Tüm Dünya’ ya rezil olacağız NASA’nın itibarı ne olacak?

Gibi konuşmalar geçiyor. Yani orada Dünya’ dan 55 milyon kilometre uzaklıkta insanüstü bir çabayla hayatta kalmayı başaran Mark’ ın kaderi  bir kaç kişinin dudağının arasında gidip, geliyor.
Önce bir gurura gidiyor ardından vicdana uğruyor. Vicdandan koltuğa sekiyor, sonra tekrardan gurura gidiyor…

Öleee bir süre kendi halinde dolanıyor iç açıları toplamı 180, dış açıları toplamı ise 360 derece yapan gurur-vicdan-koltuk üçgeninde.

Gerçekten tam bir rezalet, faciya bir durum. Öldü dedikleri, cenaze törenini bile düzenledikleri astronotlarını Mars’ da unutuyorlar…
***
Toplantıyı bir basın ordusu takip ediyor. Kürsüde ki adam ‘başka sorusu olan var mı?’ diyor. Salonda bir uğultu kopuyor. Havaya kalkan eller birbirine karışıyor. Sonra herkes susuyor ve kalabalığın arasından bir ses geliyor;

‘İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?’

‘Hayır’

Diye cevaplıyor takım elbiseli adam. Yine bir uğultu kopuyor. Takım elbiseli adam NASA direktörü. Jeff Bridges oynuyor. Kapalı kapılar ardında durum değerlendirmesi yapan dudaklardan biri. Mark’ ın aslında ölmediğini, yapmış oldukları vahim hatayı tüm kamuoyuyla paylaşıyorlar ve bir kurtarma planı hazırlayıp Mark’ ı kızıl gezegenden kurtarıyorlar.

Bu kısım çok önemli. Birilerinin çıkıp hatayı kabullenebilmesinden, sorumluluk alabilmesinden bahsediyorum. Yani hatasızlığın hedef olduğu, hatanın asla kabul edilmediği, kusursuzlardan bahsediyorum. Sonuçta bu kusursuzlar zararlı oluyorlar ve yaptıkları hataları görmüyorlar, gördüklerinde de örtbas edebilmek için olguları değiştiriyorlar. Ama hataları inkar edenler, hatalarını tekrarlamaya mahkumdur. Sonuçta birinin çıkıp sorumluluk alması gerekir. Sistem sorumluluk alamaz bunu ancak insanlar yapabilir. İşler iyi gittiğinde kendine pay çıkaranlar işler ters gittiğinde öne çıkıp suçu üstlenmek zorundadır. 

15 Ekim 2015 Perşembe

KAĞIT

1950 li yıllarda Uzakdoğuda ufak bir kız çocuğu yaşarmış. O kız bir gün beyaz kağıtlardan turnalar katlamaya başlamış. Bütün gün hiç durmadan aynı şeyi tekrarlıyormuş. Turnalar yapıp kanatlarına barış mesajları yazıyormuş. Çünkü eğer 1000 tane turna katlayabilirse, turnaların onu iyileştireceğine ve dünyaya barış getireceğine inanıyormuş. Ne yazık ki kız çocuğu dileği olan 1000 tane turnaya ulaşamadan vefat etmiş. Ancak 644 tanesine nefesi yetmiş. Arkadaşları bir araya gelmiş ve oniki Yaşında ki Japon Sadako Saki’ nin dileğini yerine getirmişler. Kağıtları katlamışlar, turnaları yapmışlar ve kanatlarına da barış mesajları yazmışlar. Böylece iki yaşındayken doğduğu Hiroşima şehrine atılan atom bombasından kurtulan ancak on iki yaşına geldiğinde lösemi teşhisiyle hastaneye kaldırılan ve hayatının son günlerini dünyaya barışı getireceğine inandığı turnaları katlayarak geçiren ufak kızın dileği arkadaşları tarafından yerine getirilmiş.

Çoğu zaman pahalı deneylerden ders almak zorunda kalıyoruz. Ama galiba en acısı ders de alamıyoruz. Zaman geçse de, mekanlar, aktörler değişse de galiba hep aynı acı oyunu deneyimlemeye mahkum oluyoruz.

Şu kağıt varya..

Para diye taptığımız yeri geldiğinde adam da toprak da sattığımız şu kağıt varya..

Kartvizit diye taktığımız, o yakamızdayken kendimizi ilahlaştırdığımız onu kaybetmemek için tüm değerleri ayaklar altına aldığımız şu kağıt varya..

Söz senettir lafı unutulduğundan beri  kahpece çiğnenen ve asla yerine getirilemeyen maddelerden oluşan adına anlaşma dediğimiz şu kağıt varya..

Hani yap-boz tahtası gibi zırt pırt değiştirilen; sınırları sürekli kanla çizilen, bölen, ayıran halkları kardeşi bir biriyle çarpan; acıyı, göz yaşını toplayan, yaşamları hayattan çıkaran adına harita dediğimiz şu kağıt varya..

Hani şu kağıt..

Dayak yiyen, ölümle tehdit edilen, sindirilmeye, sansürlenmeye çalışılan ifade özgürlüğünün her şeye rağmen ayakta kalmaya devam edeceği gazetelerin yazıldığı şu kağıt..

Hani geçen cumartesi günü Pasifikte Uzakdoğuda değil Ülkemizin tam kalbinin ortasında patlatılan bomba sonucu aralarında dokuz yaşındaki Veysel’in de bulunduğu doksanbeş vatandaşımızın parçalanmış cesetlerini örten şu kağıt..

Yahu şu kağıttan bizde turnalar katlamaya başlasak da, kanatlarına barış mesajları yazsak..

Bide;


1 Kasım Pazar günü hepimiz ama hepimiz sandığa gidip; siyasi hırsları bir kenara bırakıp, inadına barış diyecek, ‘Yurtta sulh, Cihanda sulh’ kavramını sözde değil özde benimseyen bir anlayışla yaşamaya başlayacağımız günler için ‘oy’ dediğimiz şu kağıtları barış için kullansak..

6 Ekim 2015 Salı

İYİ Kİ

Raif Dinçkök Kültür Merkezi. Özgecan Salonundayız… Işıklar sönüyor, spotlar sahneyi aydınlatıyor vee İç Güvesi  adlı komedi oyunu başlıyor. Konu zamandan ve mekandan bağımsız her daim moda olan kız alıp-verme muhabbeti. İstanbul’ dan gelen Yektiyatrosu’ nun performansını izliyoruz. Oyuncular müthiş! Bu güzel insanlar salona gelen seyircilere kahkaha attırarak aslında kapkaranlık bir gecede Güneş açtırmak gibi acayip bir şey başarıyorlar. Evet acayip çünkü bunu engelli sanatçılar başarıyor.

Bence oyunculuk dünyadaki en büyük sihirbazlıktır. Hedef karakter gibi giyinmenin onu andıran hareketler yapmanın ötesinde; oynanan karakterin görüntüsünü o anda zihinde görmektir. Bu kuvvetli ilüzyona kendini kaptırmak onu yaşamak ve sana bakan seyircide aynı etkiyi yaşatmaktır. Ve inanın sahnede ki her anlarında; mimiklerinde, jestlerinde, ağızlarından dökülen her cümlede taşıdıkları o iyimserliği, neşeyi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Aslında onlar zaten sihirbaz. Çünkü onlar hayatın önlerine koydukları engellere rağmen ‘ keşke’ leri bir kenara bırakıp ‘ iyi ki’ lerle yollarına devam ediyorlar. Tekerlekli sandalyedeyim ama iyi ki görüyorum diyerek… Göremiyorum ama iyi ki duyuyorum, yürüyebiliyorum diyerek… Duyamıyorum ama iyi ki görüyorum diyerek…

Oyun sonunda alkışlar eşliğinde bizleri selamlayıp teşekkür ettikten sonra senaryo yazarı Kasım Çağın “ Biz aynı zamanda günlük hayatta karşılaştığımız sıkıntıları dile getiriyoruz. Engelliyi anlamak için illa engelli olmaya gerek yok. Bakın burada şuan Özgecan salonundayız. Özgecan’ ın katline sebep olanlar, inşaat yaparken ölümlere sebep olan, malzemeden çalan müteahhitler, ihaleye fesat karıştıranlar asıl engelli olanlardır! ” diyor. Oyun bitiminde YEKTİYATROSU ekibiyle tanışıyorum. Yani Yetenekli Engelsizler Komedi Tiyatrosu oyuncularıyla. Uğur Özaydın %75 ortopedik, Resul Selvi % 95 görme, Kasım Çağın % 50 işitme, Saadet Görmez %65 görme engelli. Bir başka gösteriyi daha geride bırakmanın, insanlara hoş vakit geçirtmenin vermiş olduğu mutluluğu yaşıyorlar. Daha fazla destek daha dolu salonlarda oynamayı arzu ediyorlar. Yektiyatrosu diyor ki: “Eğer en zayıf noktanız insanlara dostluk göstermek ise, siz dünyanın en güçlü insanısınız. Bir insan engelli oluyorsa canlıdır, engelliyi anlıyorsa insandır. Hayatta nelerle karşılaşacağımızı seçemesekte başımıza gelenlerle neler başarabileceğimizi seçebiliriz, siz yeter ki isteyin… Unutmayın! Oturarak bir şey üreten tek şen TAVUK’ tur.”   

www.yektiyatrosu.org