11 Nisan 2014 Cuma

EL CLASİCO


Bir genç gözü dönmüş saldırganlardan canını zor kurtarıp benzin istasyonuna sığınıyor. Polis memurları bıçaklanıyor. Kalabalığın arasında kalan otomobil tarumar ediliyor. Hareket halindeki otobüs çapraz ateş arasında kalıyor ve taş yağmuru sonucu camları tuzla buz oluyor… Nemi oldu? Top patladı. Yok, yok Suriye’ de cereyan eden iç savaştan bahsetmiyorum sevgili okur. Geçen Pazar İstanbul’ da oynanan derbiden bahsediyorum, top da futbol topu…
Her zaman olduğu gibi rahmetli Vedat Okyar skoru doğru tahmin etti. Her derbi öncesi mikrofon uzatıldığında gayet ciddi bir şekilde kendine has üslubuyla:” Şimdi bu maçı ya Fenerbahçe alır, ya Galatasaray kazanır, ya da berabere biter “ diye cevaplardı. Yine yanılmadı ve maçı bir taraftan biri galip bitirdi. Bol sarı kartlı doksan dakikadan akıllarda kalan tek şey Melo’ nun dışarı fırlayan dili…

Dil demişken; daha geçen yaz yıllardır birbiriyle kanlı bıçaklı olan üç güzide kulübümüzün taraftarları bir araya gelip omuz omuza yürümedi mi? İşte İstanbul United artık taraftarlar aynı dili konuşuyor Türkiye’ de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demedik mi? Peki ne değişti de maç öncesi kıyamet koptu? Derdimiz ne sevgili okur? Ben size yerinde deneyimleme şansına sahip olduğum bir başka büyük maçın öncesinden ve doksan dakikasından bahsetmek istiyorum. El Clasico’ dan…

Nefis bir bahar günü.  Hava günlük güneşlik. Başkent Madrid’ de sıfır noktasında yani her şeyin başlangıcı kabul edilen Sol Meydanındayım. Her köşede bir müzisyen. Kimi yerde bağdaş kurmuş gitar çalıyor, kimi tezgahın üzerinde ters çevrilmiş bardaklardan çıkarttığı kristalize sesle insanın ruhunu teslim alıyor. Şehrin sembolü ağaca tırmanan ayı heykelinin dibinde akordeon eşliğinde şarkı söyleyen coşkulu koro kendilerini çevreleyen turist gurubunu mest ediyor. Gözüm yanımda dikilen çöpçü heykeline takılıyor. Başında kasketi elinde süpürgesi boynu bükük yere bakan adam aniden canlanıyor ve yerleri süpürüyor. Ödüm patlıyor, etraftan kahkahalar yükseliyor. Derken karşıdan bir kızıl derili beliriyor. Turistlerin fotoğraf makinelerinin flaşları animatörlere doğru patlıyor. Metro için bilet aldığım büfenin yanında sleepy hollow kıvamında kelleyi koltuğuna kıstırmış siyahlar içinde pelerinli bir animatör tabureye çökmüş, elindeki kocaman Barcelona logosunu cümle aleme gerine gerine gösteriyor. Onu görenler tebessüm ediyor, Real Madrid taraftarları da dahil olmak üzere yanına gidip fotoğraf çektiriyorlar. Değil Dünya’ nın galaksinin en büyük maçına saatler kala ortamda müzik var, şamata var, keyif var sevgili okur…
Estadio Santiago Bernabeu istasyonundayım. Metrodan inip yukarıya çıkan merdivenlerini tırmanıyorum. Nihayet basamakları bitirdiğimde karşıma çıkan manzara karşısında adeta çenem yere düşüyor! Önümde göğe doğru yükselmekte olan devasa yapıyı hayran hayran dakikalarca seyrediyorum. Hani abartmıyorum eğer futbol bir din olsaydı Estadio Santiago Bernabeu onun mabedi olurdu ve burada El Clasico’ yu seyretmek de herhalde en kutsal futbol ibadeti olurdu. Biraz erken geldiğim için bende stadyumunu bir tavaf edeyim diyorum ve çevresinde dolanıyorum. Onlarca yayın aracı, röportajlar, tezahüratlar… Heyecan dorukta. Deplasman maçına gelmiş Barcalıların arasından geçiyorum. Kimsenin kimseye sataştığı yok. En ufak bir tatsızlık yok. Beş bin Barcalıyı sayısı seksen bini bulan ev sahibi taraftarlara karşı koruyan her hangi bir polis de yok. Zaten herkesin polisi kendi vicdanı değil midir sevgili okur?

Üçüncü ligde oynayan Yalovaspor’ un maçlarında bile kapıdan geçerken didik didik aranırken( ne yazık ki bunun böyle olması gerektiğini geçenlerde mecliste yaşanan saldırı vakasında gördük) , böylesine bir maçta stadyuma üzerimin aranmadan girmiş olmamın bende yol açtığı şaşkınlık geçtiğinde her iki takım yeşil çimlerde görünüyor. El Clasico… Bir tarafta uzay futbolu oynayan Xavi, İniesta, Lionel  Messi’ li Barcelona. Diğer tarafta ikinci Los Galacticos dönemini başlatan Kaka, Benzema, Cristiano Ronaldo’ lu Real Madrid. Hakemin başlangıç düdüğünün duyulmasıyla beraber ardı ardına patlayan on binlerce flaş bu anı ölümsüzleştiriyor. Coşku tavana vuruyor. Her iki tarafın bir birini tartarak geçirdiği ilk dakikalardan sonra Barca kontrolü ele alıyor. Real Madrid çok gergin çünkü ligde gerideler ve bu maçı muhakkak kazanmaları gerekiyor. Ama bir türlü Barca’ya diş geçiremiyorlar. Orta sahaya yakın bir yerde Barca bir faul kazanıyor. Oyuncular arasında tartışma çıkıyor. Real Madrid’ liler hakeme itirazlarını sürdürürken Barca çabucak oyuna başlıyor. Xavi topu ceza sahasına doğru havalandırıyor. Messi ve Ramos aşağı doğru süzülmekte olan topa doğru hamle yapıyorlar. Ramos resmen uçan tekmeyle topa doğru gelirken Messi göğsüyle topu yumuşatıp müthiş bir çalım atıyor Ramos’ a. Ramos resmen Rastro’ ya gidiyor… Casillas’ la karşı karşıya kalan Messi topu kalecinin yanından hemen önümde bulunan kalenin filelerine bırakıyor. Devre oluyor.

İkinci yarıda Barca kalesine gelen Real Madrid atakları resmen sağnak yağmur gibi… Kaleci Victor Valdes yalnız kalıyor. Sağdan, soldan, ortadan devamlı ataklar geliyor. Uzunca bir süre bayağı bir baskı yiyip, sıkılıyor… Tek başına çok iyi direniyor. İnanılmaz toplar çıkartıyor. Gol gelmedikçe stadyumdan uğultular yükseliyor, seksen bin kişi adeta çıldırıyor… Ancak tüm bu ataklar eldivenlerinde eriyip gidiyor. Hani kızgın demirin üzerine düşmesiyle buharlaşıp yok olması bir olan yağmur damlaları gibi… Real Madrid ahmakça ve şuursuzca saldırmasının bedelini ağır ödüyor. Sonuçsuz kalan başka bir ataktan sonra kaleci Valdes topu çabucak oyuna sokuyor. Top kaptana geliyor. Takımın maestrosu, orta sahanın beyni Xavi Real Madrid defansının arasına harika bir ara top atıyor. Savunmanın arkasına sızan Pedro hızla kaleye doğru ilerliyor. Ceza sahasına girmeden yayın oradan müthiş bir plase yapıyor. Top öyle bir noktaya gidiyor ki, değil bir tane iki tane kaleci olsa o topu çıkartamaz. Zaten çıkartamıyorda. Fileler havalanıyor, seksen bin taraftar susuyor. Meşin yuvarlak fileler içinde dönüp çimlerin üzerinde durduğunda futbolun mabedine ölüm sessizliği çoktan çökmüş oluyor. Çıt yok… Real Madrid maçı çevirmek için artık kariyerinin sonuna gelmiş efsane kaptanları Raul’ u bile yedek kulübesinden çağırıp oyuna sokuyor. Ama onunda oyuna herhangi bir tesiri olmuyor sevgili okur… El Clasico Barcelona’ nın iki sıfırlık üstünlüğüyle sonuçlanıyor.
Santiago Bernabeu Stadyumu’ nu gezme ve içersinde bulunan müzeyi ziyaret etme şansına eriştim. Kupalar, formalar, fotoğraflar ve tabiki anılarla dolu olan bu olağan üstü müze size Real Madrid’ in zaferlerle dolu tarihini yaşatıyor. Beyaz şimşekler Şampiyonlar Ligi kupasını tam dokuz sefer kazanmışlar. Dile kolay tam dokuz sefer… Acaba bir Türk kulübümüz de bir gün Avrupa’ nın bir numaralı kupasını kaldırabilir mi? Ben kesinlikle kaldıracağına inanıyorum. Ama bunun için önce birbirimizin ayağını kaydırmaktan vazgeçip yanındakinin üzerine basarak yukarı çıkılamayacağını iyice idrak etmemiz gerekiyor sevgili okur…

NUH: BÜYÜK TUFAN
Kutsal kitaplardaki anlatımdan farklı bir Nuh peygamber portresi çizen, Dünya’ da ki yaşamın başlayışı ve gelişiminin Darwin’ e vurgu yaparak anlattığı sahnelerden ötürü oldukça eleştiri alan Nuh: Büyük Tufan filmini seyrettim. Başrollerde Russel Crow, Jennifer Connelly , Antony Hopkins’ in olduğu filmde İyilik yolundan sapan insanoğlunun yer yüzündeki tüm kaynakları tüketip ortaya çıkan çorak verimsiz topraklarda sefalet içinde yaşaması, bir lokma et için birbirlerini satar, boğazlar hale gelmesi ve daha da kötüsü bu durumun toplum içinde kanıksanmış olması Black Swan filminde de imzası olan Aronofsky tarafından çarpıcı şekilde ortaya konurken aslında günümüzdeki kapitalist anlayışa ve doğaya zarar veren insanoğlunun davranışına göndermelerde bulunuyor. Bu durum gemiyi yaparlarken oğlunun Nuh peygambere “ Niye biz ve niye bu gemiyi hayvanlar için yapıyoruz?” sorusuna “Masum olanı korumak için seçildik. Hayvanlar çünkü onlar ilk günkü gibi yaşıyorlar.” cevabıyla doruk noktasına ulaşıyor. Taşa dönüşmüş meleklerin, savaşların olduğu ve tufanın koptuğu sahnelerdeki özel effektler çok etkileyici. Herkes tarafından iyi kötü bilinen bir konu olmasına rağmen film iki saat boyunca izleyiciyi tutmayı başarıyor.

2 Nisan 2014 Çarşamba

SEÇİM

Pazar sabahı. Aksıra, tıksıra lisenin bahçesinden içeri giriyorum. Üşüme, titreme, ateşler içindeyim. Her yanım kırık dökük… Sırtımdan bıçaklanıyormuşum gibi hissediyorum.Dört dörtlük gribim anlayacağınız. Bu virüs fena hasta etti beni resmen yataklara serdi. Ama vazife mühim. Bir oy bir oydur sevgili okur.
Koridorda bir uğultu. Kalabalığın arasında sınıf kapısının bir adım dışında dikiliyorum. İçeriye bakıyorum. Tavandan aşağıya doğru uzanan pencerelerin ardında gördüğüm ağaçlar ve okul bahçesi zihnimde geçmişe bir pencere açıyor. Yıllar evvel öğrencisi olduğum sınıfım. Ne günler geçti burada. Ne kahkahalar, ne sınavlar, ne muhabbetler…Sınıfın köşesine kurulmuş bordo perdeli kabinden hışımla dışarı fırlayan kadının sitemkar sesi beni düşümden uyandırıyor.
“Bu kaşe çalışmıyor!” diye ayakta duran takım elbiseli görevliye söyleniyor. Kel başını ter basan görevli beceriksizce kırmızı kaşeyle oynamaya başlıyor. Yayını kurcalıyor, orasını, burasını çeviriyor… İçleri yavaş, yavaş zarflarla dolmaya başlayan şeffaf sandıkların ardındaki beyaz saçlı bayan görevli ayakta kaşenin düzelmesini bekleyen genç kadına “ Bayan diğer kabindeki arkadaş işini bitirince oradaki kaşeyi kullanabilirsiniz” diye sesleniyor. O esnada kızarıp, bozaran takım elbiseli adamın titreyen elindeki kaşe canlanıp havaya fırlıyor. Zemine çarpan gerecin yayı bi tarafa, kırmızı gövdesi öbür tarafa dağılıyor. Evet yazan yuvarlağı ise bozuk para misali kısa bir turladıktan sonra yere kapaklanıyor. Bu arada bir hanımefendi loş koridorun sol tarafından Stealth Fighter’ a (Radara yakalanmayan casus uçak) nazire yaparcasına sessizce oy kuyruğuna doğru süzülüyor ve şirince bir “ günaydın” çekip araya kaynıyor. Sıra ilerliyor. Önümde henüz afyonu patlamamış gözlerinden uyku fışkıran eşofmanlı bey cep telefonunu kapı dibindeki askıda duran montun cebine emaneten bırakıyor. Az evvel yerde paramparça olan kaşeyi müthiş bir mühendislik hüneriyle tek parça haline getiren takım elbiseli suratında büyük bir gururla kaşeyi kabine giren adama veriyor. Bu arada koridorda kuyruk uzuyor. Kabinden çıkan adam yüzünde alaycı bir ifadeyle “ bu kaşe çalışmıyor” diye mırıldanıyor. Yine olayı toparlamaya çalışan beyaz saçlı bayan sandık görevlisi “ Beyefendi diğer kabindeki oy kullanımından sonra oradaki kaşeyi alırsınız” diyor. Bu arada kırmızı kaşeyle olan münasebetini derbi maçı havasına sokan ve ezeli rekabete girişen takım elbiseli pencerenin oraya gidiyor ve tekrardan talihsiz gereci kurcalamaya başlıyor. Dakikalar geçiyor ve nihayet sıra bana geliyor. Ne yalan söyliyim heyecan basıyor. Koca bir seçimin kaderi bana bağlıymış, birazdan kullanacağım tek bir oy her şeyin belirleyicisi olacakmış gibi hissediyorum. Yutkunuyorum ve ağır çekim adımlarla öğrenci sıraları köşelere çekilmiş ortası boş  sınıfa giriyorum. Yıpranmış kimliğimi masaya bırakıp oy pusulasını alıp kabine doğru geçiyorum.
“Bu kaşede sıkıntı var, doğru dürüst çalışmıyor” diye takım elbiseli adamın verdiği kaşeyi reddediyorum. Sınıftaki ve kapıda bekleyenlerin gözleri üzerimize çevriliyor.
Ters çevrilmiş, demir ayakları tavana bakan eskimeye yüz tutmuş sıranın tahtasına kaşeyi yapıştırıveriyor takım elbiseli… ÇAT! Sonra biraz daha sert bi daha yapıştırıyor ÇAAT! Allah’ ı var iyi ses çıkartıyor çakmaktan biraz daha hallice allı nazo kaşe.
“Sert basınca çalışıyor” diye masumiyetini kanıtlıyor takım elbiseli. Bir yandan koluyla terlemiş kelini kuruluyor.
“Tabi ya, sert basmak! Bu niye aklımıza gelmedi ki? Zorlamak, sonuna kadar…Doğru ya bu dahiyane yöntemle icabında iğne deliğinde koca bir öküz bile geçirilebilir değil mi sevgili okur?
Takım elbiseli sakar ve inatçı görevlinin vücut dili ve sesinin tonu bende pek güven oluşturmadığından kaşeyi önce cebimden çıkarttığım kağıt üzerinde deniyorum. Yaradana sığınıp basıyorum. ÇAT! Tamam çat da ses var görüntü yok! Bi daha basıyorum ÇAAT! Bak bu sefer iki A lı oldu. Yok kardeşim yok…Ses var görüntü yok! Bir hışım bordo perdeli kabinden dışarı fırlıyorum.
“Bakın bu kaşe doğru dürüst çalışmıyor bunu bi daha kullandırmayın” diye gürlüyorum sınıfın orta yerinde. Sessizlik… Normalde asabi, öyle gürleyen, patlayan biri değilim ama bu haleti ruhiye hain virüsün, mikropların, hastalığın neden olduğu bir dışavurum olsa gerek sevgili okur… Kel ıkır cıkır kem küm edecekmiş gibi oluyor ama salak onu da edemiyor. Çarpılmış  ağzından kimsenin duymadığı zaten duymak da istemediği öyle sinek vızıldamasına benzer bir şey çıkıyor. Adam karşımda git gide ufalmaya başlıyor hani çizgi filmlerdeki gibi… Sonunda ayaklarımın dibinde küçük adam oluyor.

Elbise askılarının bulunduğu taraftaki diğer kabine gidiyorum. Doğru dürüst çalışan kaşeyi kullanıp, birinci zarfı sandığa bırakıyorum. İkinci pusulayı almışım, arkamı dönüp kabine doğru gideceğim sırada stealth fighter’ ı bordo perdeli kabinde görüyorum. ( hani kaynakçı abla, demin de kapı önünde kaşla göz arasında sıraya kaynamıştı.) Beyaz saçlı bayan sandık görevlisi mavi gözlerini patlatmış “ Hanım efendi lütfen sıranızı bekleyin, arkadaşın oy verme işlemi daha bitmedi ” diyor. Hemen yanında oturan atmış yaşlarındaki kır saçlı sandık görevlisinin pos bıyıklarının altındaki etli dudakları kıpırdıyor “ Geçiversin canım ne olacak?” diyor hırıltılı bir sesle.“Ama olur mu öyle şey sıra karışıyor, bayan lütfen dışarı gelin!” diye cevaplıyor beyaz saçlı kadın. Bu tartışmanın ortasında ben kabinden çıkmakta olan bayanın aylardır tesisat işlerinde çalıştırmak üzere aradığımız kaynakçı olabileceğine kanaat getiriyor ve yarın konuyu patronuma açmaya karar veriyorum. İki kez daha şeffaf sandıklara zarfları yolladıktan sonra kendimi koridora atıyorum. Sınıf önlerinde kuyruklar, oradan oraya seğirten görevliler ve uğultu… İçimden yukarı çıkarken kullandığım kalabalık, nispeten daha geniş merdivenler değil de, koridorun diğer kanadındaki merdivenlerden inmek geliyor. Yıllar evvel zil çaldığında koşuşturduğumuz merdivenlerden bu sefer ağır ağır iniyorum. Zemin kata vardığımda bahçeye açılan batı kapısını kilitli buluyorum. Binaya girdiğim ana kapıdan dışarı çıkmak için okulun laboratuarlarının ve resim-müzik atölyelerinin bulunduğu uzun koridoru geçmek durumunda kalıyorum. İyi ışık almayan loş koridorda yankılanan adımlarımın sesine birden bire flüt sesleri karışmaya başlıyor. Aklıma yıllar evvel şu an yanından geçmekte olduğum müzik atölyesinde sınıfça çaldığımız melodiler geliyor. 1999 senesinde rahmetli olduktan sonra dönemin geri kalanında bıkmadan usanmadan parçalarını çaldığımız ve hep bir ağızdan söylediğimiz sevgili Barış Abi’ nin güzel şarkısının melodisi. İçimde derinlere gömülmüş, yıllar sonra burada tekrar yürürken ansızın açığa çıkıveren “ Anlıyorsun değil mi? “ şarkısının tınıları... Aslında şu günlerde “Barış” tam da ihtiyacımız olan şey sevgili okur…
Seçim sonucu ne mi oldu? Bugün çarşamba. Türkiye genelinde resmi sonuçların ilan edilmesinin üzerinden yaklaşık yetmiş iki saat geçmesine rağmen Yalova ‘da durumlar birazcık karışık. Şöyle izah edeyim; Pazar akşamı X partisi öndeydi. Sabah oldu kalktık bi baktık YSK bir oy farkla Y partisinin kazandığını ilan etti. Hemen öbür taraftan itiraz geldi nitekim bir sandıkta X partisine verilmiş olan yüz elli dört oyun yanlışlıkla Z partisine verilmiş olduğu ortaya çıktı ve böylece X partisi kazanmış oldu. Ama yok hayır! Bu sefer Y partisi geçersiz olan oyların sayılmasını istedi. Konu mahkemelik oldu ve kimin kazandığı henüz belli değil. Ama sakın merak etmeyin, ben belli olur olmaz haber veririm. Tahminime göre üç vakte kadar kazanan belli olur sevgili okur…
Peki bu seçim bize ne getirir? Bizler en basit sıraya bile kaynak yapmaya devam ettikçe, çok basit bir kaşenin çalışıp çalışmadığını kontrol etmeyip, arızalanma ihtimaline karşı yedeğini bulundurmadıkça, günlük yaşantımızda  tanık olduğumuz başka birini mağdur eden bir haksızlığa karşı “ ucu bana dokunmuyor, sesimi çıkarıp başımı belaya sokmayım” diyip sustukça, X ya da Y nin kazanması hiç ama hiç fark etmez! Bu vicdan ve ahlak noksanı davranışın hüküm sürdüğü yerde hırsızlıkta olur, haksızlıkta olur, adaletsizlikte olur! Sonra ” n’oluyoruz ya niçin kimse bir şey yapmıyor?” demeyeceksin. Gecenin sessizliğinde uykuya dalmadan önce boy aynasının karşısına dikilip şöyle bir kendine bakacaksın. Ama çok dikkatli bakacaksın… Sonra yatağına gidip yastığa başını rahatça koyuyorsan ne ala… Ha burada çok güzel yatırımlarla müthiş karayolları, yepyeni okul binaları vs. de olur. Ama o yepyeni yollarda beş yıl sonra da kazalar ve aptalca can kayıpları olur. O yepyeni binalarda beş yıl sonra da yine sıralara kaynaklar olur… Seçim düzenleyip, oy kullanıyoruz yenilik için değişim için daha iyisi için. Bakın aslında bu çözümü fevkalade zor olan bir sorun değil. Cevap seçimleri düzenlediğimiz yerlerde yani okullarda. Okullarda doktor, mühendis, avukat vs. yetiştirmeden önce ilk olarak insan yetiştireceğiz.


SALİH ONUR SAVAŞ