13 Şubat 2014 Perşembe

AVRASYA2013: BİR REZONANS MACERASI

Koşmak…Niye koşulur? Kim koşar? İlla gerekli bir şey midir, sevgili okur? Yürüsek olmaz mı ya da en iyisi olduğumuz yerde dursak? Bu aksiyonu kim icat etti, nereden gelir, nasıl bir şeydir? Mesela Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır bir aslana yem olmamak için hızlı koşması gerektiğini bilir. Afrika’ da her sabah bir aslan uyanır, aç kalmamak için en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir. Güneş doğduğunda Afrika’ da herkes koşar.Koşmak, koşuşturmak doğamızda var.

17 Kasım sabahı… Güneş doğduğunda İstanbul’ da da herkes koşmak için hazır. Trafikten yolları kilitlenmiş, bir arpa boyu yol almayan araçların korna gürültülerinin, egzoz  dumanlarının yarattığı hengame  içersinde sıkkın, bıkkın duran o kambur, o yorgun şehir gitmiş yerine, fıkır fıkır oynayan, enerji fışkıran, coşan bir başka şehir gelmiş. Hayatımda ilk defa koşuyormuşum, hiç deneyimlemediğim bir şeyi yapıyormuşum gibi gönlüm tarifi zor bir heyecan ve mutlulukla dolu. Bunu tam olarak açıklayabileceğimi sanmıyorum ama şunu söyleyebilirimki her bir kalp atışı bir evren dolusu olasılıkla doludur. Binlerce kişi, değiştirebileceklerine inandıkları şeylerin, gerçekleşebileceğine inandıkları olasılıkların peşinden koştukları için oradalar… Yıllar evvel bir arkadaşımın bana neden koşmuyorsun? Denesene! ” Demesiyle bende aynı şekilde birtakım şeyleri değiştirebileceğime ve bir takım olasılıkların gerçekleşebileceğine inandım ve bir akşam yürümeye başladım… Bana söylenen bu üç kelimenin tüm hayatımı değiştirebileceğini, beni bambaşka diyarlara götüreceğini, birbirinden kıymetli insanlarla tanıştıracağını aklımın ucundan bile geçiremezdim. Bir mühendis olarak bilimsel açıdan yaklaşacak olursam bunu rezonans kavramıyla açıklıyorum. Malum, yarıştan önce başlayan bir “Rezonans” muhabbeti almış başını gidiyordu. 





Yarıştan birkaç gün önce “Rezonans tehlikesinden ötürü köprüde koşulmayacak, insanlar grup grup alınıp yalnızca yürümelerine müsaade edilecek” açıklaması yapılmakla beraber startın verilmesiyle biz maratoncular köprüden koşarak Asya’ dan Avrupa’ ya geçtik. Köprü falan yıkılmadı. Akılıma “bunca yıldır yetkililer bizim hayatımızı tehlikeye mi attılar yoksa?” sorusu da gelmedi değil. Yoksa başka bir şeyden mi çekiniyorlardı pek anlayamadım sevgili okur…

Yine koşmasına doyum olmayan; Yıldız yokuşundan Beşiktaş’a, oradan Dolmabahçe Karaköy, Haliç Yenikapı derken yirmi bir kilometre tamamlandı. Sonraki kilometrelerde sahilde Kennedy Caddesinden Ataköy dönüşüne kadar zorlandığım anları rast geldiğim dostların “Hadi arkadaşım devam et!”  “Hadi Onur yaparsın!” “ Onur kooooş!” telkinleriyle aştım. Kibar sözler, kısa ve telaffuzu kolay olabilir, ama yankıları gerçekten sonsuzdur. Hele hele koşarken bu daha çok ortaya çıkıyor. O yüzden maratonlarda seyirci desteği çok önemlidir. Avrupa’ da tüm şehir organizasyona sahip çıkar, halk sabahın erken saatlerinden itibaren yol kenarında yerlerini alır ve maratonu tam bir festivale çevirir. Bazen tam olarak hazırlanamama ya da yeterli gıda takviyesi almamaya bağlı olarak 27-32.kilometreler arasında gücünüzün tükendiği, her şeyin bittiğini düşündüğünüz bir an gelir. İşte bu meşhur “duvar” kavramıdır. Aslında o başlangıçtır. Uçuşun başlangıcı… 10 kilometrelik bir yarışı koşarken 7. kilometrede, ilk defa bir yarı maraton denerken 17. kilometrede vücudun karşılaştığı sınırlardır. Ve o sınırlara yaklaştığımızda bizi zorlayan, finişi görme konusunda içimizde şüpheye yol açan ağırlığı, eşiği geçmemizle birlikte yavaş yavaş ardımızda bırakırız. Havalanmaya başlayan balonun yolcu sepetinden aşağı bırakılan kum torbaları gibi vücut bırakır ve hafiflemiş olarak yoluna devam eder. En azından bende böyle oluyor. Duvarı aştıktan sonra Sarayburnu istikametine ilerlerken sağ yanımda Marmara mavi gövdeli dalgalarını kıyıdaki kayalıklara vuruyordu. Üzerine düşen güneş ışınlarıyla parıldayan eşsiz güzellikteki Boğazın ortasında birkaç saat evvel koşmaya başladığımız iki kıtayı birleştiren köprü, bu harikulade manzarayı tamamlıyordu. Birkaç yıl evvel hayatımdaki ilk koşu yarışında ( Yine bir Avrasya Maratonun’ da 8 km lik halk koşusuydu.) üzerinde koştuğum köprü…
Nefes kesen yokuşu tırmanıp Gülhane parkını bitirdikten sonra Sultan Ahmet meydanına vardım. Coşkulu kalabalık, At meydanının oraya uzayıp giden parke taşlı yolun her iki tarafını doldurmuş, maratonun son metrelerini koşan her bir atleti coşkuyla selamlıyordu. Avrasya Maraton fuarındaki söyleşide olimpiyat şampiyonu Romen atlet Konstantina Dati’ ye “En fazla yarı maraton koşabildiğimi, 42 kilometre 195 metrelik tam bir maratonu bitirmek için ne yapmam gerektiğini” sormamın üzerinden tam bir sene geçmişti finişte “Onur Savaş” diye adım anons edilirken. Mısır, Roma’dan sonra İstanbul’ da boynuma üçüncü Maraton madalyası takılıyordu. Karnak tapınağından gelme dikili taşın oraya yürüdüm ağır aksak.   Asvan granitinden yapılma, altı katlı bina yüksekliğindeki dikili taşın dibindeki çimlere kendimi bıraktım. Üzerinde sırtüstü uzandığım yemyeşil çimlerin kokusu geldi burnuma.  Büyük bir mutlulukla uçsuz bucaksız masmavi semayı seyrettim…

Boğaz köprüsü sapasağlam yerinde duruyordu. Korkulan olmamıştı. Evet 17 Kasım günü beklenen rezonans gerçekleşti. Ama bu asma köprüde değil, Türkiye’ nin başına gelen en güzel şey olan ADIM ADIM ‘ın iyilik peşinde koşan sporcularıyla, gönüllüleriyle ve bağışçılarıyla tarih yazıp, Türkiye Yardımseverlik Koşusu Rekoruna İmza atmasıyla gerçekleşti. Ha, bu arada unutmadan söylemek istediğim son bir cümle var sevgili okur.

Neden koşmuyorsun? Denesene!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder