Koşmak…Niye koşulur? Kim koşar? İlla gerekli bir şey midir,
sevgili okur? Yürüsek olmaz mı ya da en iyisi olduğumuz yerde dursak? Bu
aksiyonu kim icat etti, nereden gelir, nasıl bir şeydir? Mesela Afrika’da her
sabah bir ceylan uyanır bir aslana yem olmamak için hızlı koşması gerektiğini
bilir. Afrika’ da her sabah bir aslan uyanır, aç kalmamak için en yavaş koşan
ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir. Güneş doğduğunda Afrika’ da
herkes koşar.Koşmak, koşuşturmak doğamızda var.
17 Kasım sabahı… Güneş doğduğunda İstanbul’ da da herkes
koşmak için hazır. Trafikten yolları kilitlenmiş, bir arpa boyu yol almayan
araçların korna gürültülerinin, egzoz dumanlarının
yarattığı hengame içersinde sıkkın, bıkkın
duran o kambur, o yorgun şehir gitmiş yerine, fıkır fıkır oynayan, enerji fışkıran,
coşan bir başka şehir gelmiş. Hayatımda ilk defa koşuyormuşum, hiç
deneyimlemediğim bir şeyi yapıyormuşum gibi gönlüm tarifi zor bir heyecan ve
mutlulukla dolu. Bunu tam olarak açıklayabileceğimi sanmıyorum ama şunu söyleyebilirimki her bir kalp atışı bir evren dolusu
olasılıkla doludur. Binlerce kişi, değiştirebileceklerine inandıkları şeylerin,
gerçekleşebileceğine inandıkları olasılıkların peşinden koştukları için
oradalar… Yıllar evvel bir arkadaşımın bana “ neden koşmuyorsun? Denesene!
” Demesiyle bende aynı şekilde birtakım şeyleri değiştirebileceğime ve bir
takım olasılıkların gerçekleşebileceğine inandım ve bir akşam yürümeye
başladım… Bana söylenen bu üç kelimenin tüm hayatımı değiştirebileceğini, beni
bambaşka diyarlara götüreceğini, birbirinden kıymetli insanlarla
tanıştıracağını aklımın ucundan bile geçiremezdim. Bir mühendis olarak bilimsel
açıdan yaklaşacak olursam bunu rezonans kavramıyla açıklıyorum. Malum, yarıştan önce başlayan bir “Rezonans”
muhabbeti almış başını gidiyordu.
Yarıştan birkaç gün önce “Rezonans
tehlikesinden ötürü köprüde koşulmayacak, insanlar grup grup alınıp yalnızca
yürümelerine müsaade edilecek” açıklaması yapılmakla beraber startın
verilmesiyle biz maratoncular köprüden koşarak Asya’ dan Avrupa’ ya geçtik. Köprü
falan yıkılmadı. Akılıma “bunca yıldır yetkililer bizim hayatımızı tehlikeye mi
attılar yoksa?” sorusu da gelmedi değil. Yoksa başka bir şeyden mi
çekiniyorlardı pek anlayamadım sevgili okur…
Yine koşmasına
doyum olmayan; Yıldız yokuşundan Beşiktaş’a, oradan Dolmabahçe Karaköy, Haliç
Yenikapı derken yirmi bir kilometre tamamlandı. Sonraki kilometrelerde sahilde
Kennedy Caddesinden Ataköy dönüşüne kadar zorlandığım anları rast geldiğim
dostların “Hadi arkadaşım devam et!”
“Hadi Onur yaparsın!” “ Onur kooooş!” telkinleriyle aştım. Kibar sözler, kısa ve telaffuzu kolay
olabilir, ama yankıları gerçekten sonsuzdur. Hele hele koşarken bu daha çok
ortaya çıkıyor. O yüzden maratonlarda seyirci desteği çok önemlidir. Avrupa’ da
tüm şehir organizasyona sahip çıkar, halk sabahın erken saatlerinden itibaren
yol kenarında yerlerini alır ve maratonu tam bir festivale çevirir. Bazen tam
olarak hazırlanamama ya da yeterli gıda takviyesi almamaya bağlı olarak
27-32.kilometreler arasında gücünüzün tükendiği, her şeyin bittiğini
düşündüğünüz bir an gelir. İşte bu meşhur “duvar”
kavramıdır. Aslında o başlangıçtır. Uçuşun başlangıcı… 10 kilometrelik bir
yarışı koşarken 7. kilometrede, ilk defa bir yarı maraton denerken 17.
kilometrede vücudun karşılaştığı sınırlardır. Ve o sınırlara yaklaştığımızda bizi
zorlayan, finişi görme konusunda içimizde şüpheye yol açan ağırlığı, eşiği
geçmemizle birlikte yavaş yavaş ardımızda bırakırız. Havalanmaya başlayan balonun
yolcu sepetinden aşağı bırakılan kum torbaları gibi vücut bırakır ve hafiflemiş
olarak yoluna devam eder. En azından bende böyle oluyor. Duvarı aştıktan sonra Sarayburnu
istikametine ilerlerken sağ yanımda Marmara mavi gövdeli dalgalarını kıyıdaki
kayalıklara vuruyordu. Üzerine düşen güneş ışınlarıyla parıldayan eşsiz
güzellikteki Boğazın ortasında birkaç saat evvel koşmaya başladığımız iki
kıtayı birleştiren köprü, bu harikulade manzarayı tamamlıyordu. Birkaç yıl
evvel hayatımdaki ilk koşu yarışında ( Yine bir Avrasya Maratonun’ da 8 km lik halk koşusuydu.)
üzerinde koştuğum köprü…
Nefes kesen
yokuşu tırmanıp Gülhane parkını bitirdikten sonra Sultan Ahmet meydanına vardım.
Coşkulu kalabalık, At meydanının oraya uzayıp giden parke taşlı yolun her iki
tarafını doldurmuş, maratonun son metrelerini koşan her bir atleti coşkuyla
selamlıyordu. Avrasya Maraton fuarındaki söyleşide olimpiyat şampiyonu Romen
atlet Konstantina Dati’ ye “En fazla yarı maraton koşabildiğimi, 42 kilometre 195
metrelik tam bir maratonu bitirmek için ne yapmam gerektiğini” sormamın
üzerinden tam bir sene geçmişti finişte “Onur Savaş” diye adım anons edilirken.
Mısır, Roma’dan sonra İstanbul’ da boynuma üçüncü Maraton madalyası takılıyordu.
Karnak tapınağından gelme dikili taşın oraya yürüdüm ağır aksak. Asvan
granitinden yapılma, altı katlı bina yüksekliğindeki dikili taşın dibindeki
çimlere kendimi bıraktım. Üzerinde sırtüstü uzandığım yemyeşil çimlerin kokusu
geldi burnuma. Büyük bir mutlulukla
uçsuz bucaksız masmavi semayı seyrettim…
Boğaz köprüsü
sapasağlam yerinde duruyordu. Korkulan olmamıştı. Evet 17 Kasım günü beklenen
rezonans gerçekleşti. Ama bu asma köprüde değil, Türkiye’ nin başına gelen en
güzel şey olan ADIM ADIM ‘ın iyilik
peşinde koşan sporcularıyla, gönüllüleriyle ve bağışçılarıyla tarih yazıp,
Türkiye Yardımseverlik Koşusu Rekoruna İmza atmasıyla gerçekleşti. Ha, bu arada
unutmadan söylemek istediğim son bir cümle var sevgili okur.
Neden koşmuyorsun? Denesene!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder